Osmanlı’da mücevher uçsuz bucaksız bir derya... Bu ay da Osmanlı’dan vazgeçmeyelim ve destansı hayatlarıyla tarihimize yön vermiş ecdadımızın, mücevher dünyasında bir yolculuğa çıkalım istedim.

Kadınlar, genellikle düğün, doğum gibi vesilelerle, kendilerine hediye edilenlerle mücevher sahibi olabiliyorlardı. Kadının statüsüne göre, kullandığı mücevherler de değişkenlik gösteriyordu. Hayır yapmak için mücevherini satan Valide Sultan’lar, zora düştüğünde ailesinin temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan fedakâr anneler içinse, mücevher bir birikim vesilesiydi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…
Her ne kadar merkez padişahlardı desek de, kadınların mücevher gelenekleri o kadar güçlüydü ki, günümüzde bile birçoğumuz farkında olmadan Osmanlı mücevher geleneğini sürdürüyoruz. Halkası tamamlanmadan ortası açık bırakılan, bu sayede her bileğe uyum sağlayan burma altın bilezikler, sıra sıra elmas taşların dizilmesiyle meydana gelen, günümüzde de aynı isimle anılan "akarsu” bilezikler, özellikle elmas severlerin mutlaka bir takımına sahip oldukları "divanhane çivisi” motifli yüzük, kolye ve küpeler… Hatta Osmanlı’da sıkça kullanılan, hilal motifli mücevherler de, gerek klasik gerekse modern mücevher severlerin ilgisini çekmeye devam ediyor.

İşte bu sırada aklımıza, hepimizin zihninde yer etmiş, muhteşem mücevherlerle bezenmiş padişah sorguçları geliyor. Tam olarak ne zaman kullanıldıklarını bilemesek de, tarihi kayıt ve minyatürlerde Kanuni Sultan Süleyman Han’dan itibaren, sultanların tahta çıkışlarda, savaşlarda ve çeşitli merasimlerde, kıyafetlerini sorguçlarla tamamlamaya başladıklarını görebiliriz. Bazı devlet adamları da, rütbelerini belli etmek amacıyla sorguç takabilirlerdi. Ancak padişah bineceği zaman sorguçla süslenen atlar, saltanatın ihtişamına ihtişam katardı herhalde.
Mücevherin tarzı, kullanım biçimi, kullanılan madenler ve taşlar da, günün siyasi ve ekonomik şartlarına göre farklılık gösteriyordu. Dönemin kuyumcuları, büyük bir titizlikle farklı kültürleri, gelenek ve görenekleri içinde barındıran Osmanlı sentezini, adeta mücevherlerine yansıtıyordu. İmparatorluk büyüyüp geliştikçe, onlar da farklı madenleri, kıymetli taşları ve üretim tekniklerini mücevherlerine taşıyorlardı. Horasan’dan, Tebriz’den, Rusya’dan ve Balkanlar’dan renk renk Osmanlı dokusu, mücevherde kendini gösteriyordu.
Osmanlı’nın zirvede olduğu günlerde, iri taşlar ve gösterişli takılar öne çıktığı gibi, imparatorluğun yavaş yavaş çöküşe gittiği ve Batı etkisinin her alanda kendini gösterdiği 18. yy’dan itibaren, takılar da siyasete paralel olarak değişiklik gösteriyordu.

Osmanlı mücevherinin bu denli gelişmesinde, padişahların kuyumculuk sanatına verdikleri desteğe de vurgu yapmakta fayda vardır. Evliya Çelebi, hem Yavuz Sultan Selim’in hem de Kanuni Sultan Süleyman’ın kuyumculuk eğitimi aldıklarını nakletmiştir. Bir nevi "sultan sanatı” olarak görülen kuyumculuğun, diğer tüm sanat dallarının da zirvede olduğu, 16. yy’da en kıymetli başyapıtlarını üretmiş olmasının tesadüf olmadığını gösterir. Bu dönemlerde artık mücevher Osmanlı geleneğinin önemli bir parçası haline gelmişti.
Osmanlı’nın kültürel zenginliği, münferit mücevher parçalarına yansıdığı gibi, takıların kombinlenmesinde de kendini gösterirdi. Aynı dönemde Avrupa da mücevherleri kombinlerken, mutlaka aynı motifin tekrarlanmasını sağlamak geleneği hakimken, Osmanlı’da farklı motiflere sahip takıların birbirleriyle uyumlu olacak şekilde bir arada takılmaları uygundu.
Yapımı haftalar hatta bazen aylar süren, kullananların anılarını taşıyan bu kıymetli takılardan günümüze çok azının ulaşabilmesinin de hüzünlü bir nedeni var. Bir kısmı; günün değişen modasına uyabilmek hevesiyle, zaman içinde farklı takılara dönüşmüşse de, birçoğu ekonomik şartlar ağırlaştıkça, çeşitli ihtiyaçları karşılayabilmek için elden çıkartılmak zorunda kalmıştır. Hanedanın son üyelerinin, yurt dışında sürgün yıllarında hayatta kalabilmek için, bir anlamda tüm toplumumuzun ve İslam âleminin kültür hazinesi olan mücevherlerini satmak zorunda kalması son derece üzücüdür. Bu mücevherlere her bakışımda, şu an hayatta olmayan son Osmanlı Hanedanı’na mensup kıymetli bir büyüğümüzle yaptığımız bir sohbette; "Anılarımızı satarak hayatta kalmaya çalışıyoruz,” sözünü hatırlarım ve içim burkulur. Yüzyıllar süren ihtişam, kıymetli ellerden çıkarmaktadır… Kim bilir kaç parça ata yadigârı mücevherin yolculuğundaki bu son nokta, hüzünlü olsa da, iyi ki bu yolculuğa çıkmışız. Bu eserleri görmüş, onlara ve dolayısıyla kendi şanlı tarihimize vakıf olabilmişiz.
Aysha Dergi
0 yorum