Bu Blogda Ara

4 Haziran 2013 Salı

Osmanli’da Mucevher; Bir İmparatorlugun İhtisami

22:16


Önemli bir diğer özelliği, mücevherlerin, ait oldukları dönemin sanatsal üslubunu en sofistike biçimde yansıtmasıdır.

Mücevher, her şeyden önce onu taşıyanın toplumsal durumunu sergilemenin bir aracıdır; ancak aynı zamanda aşkı ve bağlılığı da simgeler.

Sanat tarihçileri için önemli bir diğer özelliği, mücevherlerin, ait oldukları dönemin sanatsal üslubunu en sofistike biçimde yansıtmasıdır.
Kuzeyli bir ressam olan Petrus Christus’un 1449 tarihli tablosunda, kuyumcuları himaye eden Aziz Eligius’u atölyesinde görürüz. Atölyeye bir nişanlı çift gelmiş ve kendilerine yüzük seçmektedir. Bu konu aracılığıyla o dönemde ne gibi takıların var olduğu görülebilir. Dolayısıyla sanat yapıtları, tablolar, minyatürler yalnızca birer sanat yapıtı değil belgesel niteliği olan eserler olarak da kullanılabilmektedir.

Alessandro Fei imzalı bir diğer örnekte, ünlü Medici ailesinin mücevherlerini üreten atölyeyi görürüz. Resimde ön planda Medici dükalığının tacı hazırlanmakta, bir yandan tamamlanmış olanlar sergilenmekte ve diğer yanda maden işleri yapılmaktayken, Dük Medici atölyeyi ziyarete gelmiştir. Bu 16. yüzyıl tablosu, o zamanın Floransa’sında bu işlerin nasıl yürüdüğünü göstermektedir.



Rönesans döneminde, antik dünya tekrar gündeme gelir, antik dünyanın formları tekrar yorumlanır ve sanatın pek çok dalına uygulanır. Tabloların konusu ister o güne ait olsun, isterse mitolojik bir konu işlensin, tam anlamıyla o günün mücevherine dair bilgi verir izleyiciye.
Ünlü Rönesans ressamı Albrecht Dürer, kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ nun tacını tasarlar. Sanatçılara takı ısmarlamak son derece önemli bir olaydır; mücevheri vetakıyı desteklemek anlamına gelmektedir. Hans Holbein da pek çok takı tasarlamış ve ressamın bu tasarımları uygulanmıştır.
Rönesans takısı deyince çoğunlukla gözümüzün önüne, heykel tadında takılar olarak tanımlayabileceğimiz, zincirlerin ucundaki pandantifler gelir. O dönemde son derece renkli bir mine işçiliği görülür. Pandantiflerin

tasarımları da tam anlamıyla o dönemin meraklarıyla paralel gider. Bu ilgi, mitolojik konulara dairdir ve dolayısıyla takılarda antik dünyaya ait unsurlar yer alır. İncilerin doğal formuna uygun, heykel tadındaki biçimlerin ortaya konduğu bu takılarda anlatımcı bir üslup söz konusudur.
Bildiğimiz gibi, Rönesans’ ın düşünce akımı Hümanizm’ dir ve insanın kendisine, tek tek kişilere değer vermek, bu dünyaya

değer vermek esastır. Bu düşünce biçimi takılara da yansır. Ancak diğer yandan dini konular da tamamen göz ardı edilmiş değildir. Bu dönemde örneğin İsa portreli bir pandantife, İncil’den kimi konulara yer veren takılara da rastlayabiliriz, ancak yine de bu tür konuların fazla olmadığını söyleyebiliriz.

Rönesans döneminde, antik dünyayı temsil edenkameoya da rastlarız. Küçük oval taşlar üzerine kazılı ya da kabartma portrelerin yer aldığı bu takılar Rönesans döneminde tekrar moda haline gelir ve kullanılır. Dönemin bir diğer özelliği, günlük yaşama ait birtakım eşyaların takıyadönüştürülerek kullanılmasıdır. Yaşamı yansıtan bu takılar arasında bir kürdana bile rastlayabiliriz. Bu örnek elbette dönemin yeme içme alışkanlıklarının, gündelik hayatının farklılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Hükümdarların takılarını gözlemlediğimizde, hükümdarlık alameti olarak yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyan takılara rastlarız. Örneğin burada görülen VIII. Henry ve III. Richard’ ın ortak takıları, omuzlarına attıkları, taşlarla bezeli geniş zincirleridir.



Bu dönemde giysilerin üzerine mücevher dikilmeye de başlar; mücevher düğmeler, şapkaların kenarına yerleştirilen rozetler ve fibulalar Rönesans’ ın son derece revaçta olantakılarıdır. Şapkalarla birlikte kullanılan takılar genellikle erkek takısı olmakla birlikte, kadın takısı olarak kullanıldığı da görülür. Şapka rozetlerinden bir örnekte, İncil’ den alınmış bir konu olan Aziz Paul’ un öyküsü müthiş bir mine işçiliğiyle aktarılmıştır.

Bir İmparatorluğun İhtişamı; Osmanlı’da Mücevher…
Bu mirasın peşinde, rotanızı belirleyip Eminönü istikametine yönelirseniz, Osmanlı Dönemi’nin tüm ihtişamını gözler önüne seren Topkapı Sarayı’na ulaşırsınız. Müze haline gelmiş bu saray, dönemin en zengin hazinelerini, göz alıcı büyüklükteki elmas  ve zümrütlerden yapılmış mücevherleri barındırır.
Hazine Dairesi, Saray’ın en fazla ilgi uyandıran bölümlerindendir. Yavuz Sultan Selim’in “Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” şeklindeki vasiyetine göre, Cumhuriyet’e kadar Hazine’nin kapısı her zaman onun mührüyle kapanmıştır.
Sarayda kuyumcular, bir ustanın yanında çıraklıktan başlayarak zaman içinde kalfa ve usta olarak yetişirdi. Topkapı Sarayı’nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan, Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. En kıdemlilerine “kuyumcu başı” denirdi.
Hazine dairesindeki her bir mücevherin de, sizi o dönemlere götüren farklı bir hikayesi vardır.      

Usta mücevher markalarından Adler’in kurucusu Jacques Adler, firmasını 1886 yılında İstanbul’da açmıştır. Oğlu Osmanlı İmparatorluğunun mücevhercilerinden biri olmuş ve 1955 yılında ikinci mağazasını İstanbul’da açmıştır. Bu da Osmanlı’nın, bu dönemdeki mücevher konusundaki öncülüğünün başka bir göstergesidir.     
                                  
Dünyanın en eski alış veriş merkezi; Kapalıçarşı… 

Topkapı Sarayı’nın görkeminden kendinizi kurtarıp Kapalıçarşı’ya doğru uzandığınızda ise, Nuru-u Osmaniye Caddesi ve civarında, Çarşı’nın etrafını çevreleyen küçüklü büyüklü kuyumcular, sadekarlar, tasarımcılardan oluşan büyülü bir dünyaya adım atarsınız.
Geçmişle günümüzü birbirine bağlayan bir köprü görünümündeki Kapalıçarşı’nın, bazı binalarının Bizans zamanında yapılmış olduğu söylenmesine rağmen, ilk olarak Fatih zamanında inşaata başlandığı daha ağırlıkla belgelenmiştir. Yapılan ilk bölümleri Sandal Bedesteni ve Cevahir Bedesteni`dir. Bunların ikisi de çarşı içinde ayrı birer çarşı gibidir. Bütün dükkânların genişliği aynı olacak şekilde inşa edilmiştir ve her sokak ayrı meslek gruplarındaki ustalara ayrılmıştır. Sonraki yüzyıllarda, bu eski iki yapının etrafındaki sokakların üzerleri örtülerek, ekler yapılarak daha büyük bir merkez haline gelmiştir.

Bu haliyle dünyanın en eski alış veriş merkezi Kapalıçarşı, labirent gibi karmaşık yapısıyla, içinde 60 kadar sokağı, ve dört bine yakın dükkânı barındırır.

0 yorum

4 Haziran 2013 Salı

Osmanli’da Mucevher; Bir İmparatorlugun İhtisami


Önemli bir diğer özelliği, mücevherlerin, ait oldukları dönemin sanatsal üslubunu en sofistike biçimde yansıtmasıdır.

Mücevher, her şeyden önce onu taşıyanın toplumsal durumunu sergilemenin bir aracıdır; ancak aynı zamanda aşkı ve bağlılığı da simgeler.

Sanat tarihçileri için önemli bir diğer özelliği, mücevherlerin, ait oldukları dönemin sanatsal üslubunu en sofistike biçimde yansıtmasıdır.
Kuzeyli bir ressam olan Petrus Christus’un 1449 tarihli tablosunda, kuyumcuları himaye eden Aziz Eligius’u atölyesinde görürüz. Atölyeye bir nişanlı çift gelmiş ve kendilerine yüzük seçmektedir. Bu konu aracılığıyla o dönemde ne gibi takıların var olduğu görülebilir. Dolayısıyla sanat yapıtları, tablolar, minyatürler yalnızca birer sanat yapıtı değil belgesel niteliği olan eserler olarak da kullanılabilmektedir.

Alessandro Fei imzalı bir diğer örnekte, ünlü Medici ailesinin mücevherlerini üreten atölyeyi görürüz. Resimde ön planda Medici dükalığının tacı hazırlanmakta, bir yandan tamamlanmış olanlar sergilenmekte ve diğer yanda maden işleri yapılmaktayken, Dük Medici atölyeyi ziyarete gelmiştir. Bu 16. yüzyıl tablosu, o zamanın Floransa’sında bu işlerin nasıl yürüdüğünü göstermektedir.



Rönesans döneminde, antik dünya tekrar gündeme gelir, antik dünyanın formları tekrar yorumlanır ve sanatın pek çok dalına uygulanır. Tabloların konusu ister o güne ait olsun, isterse mitolojik bir konu işlensin, tam anlamıyla o günün mücevherine dair bilgi verir izleyiciye.
Ünlü Rönesans ressamı Albrecht Dürer, kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ nun tacını tasarlar. Sanatçılara takı ısmarlamak son derece önemli bir olaydır; mücevheri vetakıyı desteklemek anlamına gelmektedir. Hans Holbein da pek çok takı tasarlamış ve ressamın bu tasarımları uygulanmıştır.
Rönesans takısı deyince çoğunlukla gözümüzün önüne, heykel tadında takılar olarak tanımlayabileceğimiz, zincirlerin ucundaki pandantifler gelir. O dönemde son derece renkli bir mine işçiliği görülür. Pandantiflerin

tasarımları da tam anlamıyla o dönemin meraklarıyla paralel gider. Bu ilgi, mitolojik konulara dairdir ve dolayısıyla takılarda antik dünyaya ait unsurlar yer alır. İncilerin doğal formuna uygun, heykel tadındaki biçimlerin ortaya konduğu bu takılarda anlatımcı bir üslup söz konusudur.
Bildiğimiz gibi, Rönesans’ ın düşünce akımı Hümanizm’ dir ve insanın kendisine, tek tek kişilere değer vermek, bu dünyaya

değer vermek esastır. Bu düşünce biçimi takılara da yansır. Ancak diğer yandan dini konular da tamamen göz ardı edilmiş değildir. Bu dönemde örneğin İsa portreli bir pandantife, İncil’den kimi konulara yer veren takılara da rastlayabiliriz, ancak yine de bu tür konuların fazla olmadığını söyleyebiliriz.

Rönesans döneminde, antik dünyayı temsil edenkameoya da rastlarız. Küçük oval taşlar üzerine kazılı ya da kabartma portrelerin yer aldığı bu takılar Rönesans döneminde tekrar moda haline gelir ve kullanılır. Dönemin bir diğer özelliği, günlük yaşama ait birtakım eşyaların takıyadönüştürülerek kullanılmasıdır. Yaşamı yansıtan bu takılar arasında bir kürdana bile rastlayabiliriz. Bu örnek elbette dönemin yeme içme alışkanlıklarının, gündelik hayatının farklılığı çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Hükümdarların takılarını gözlemlediğimizde, hükümdarlık alameti olarak yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyan takılara rastlarız. Örneğin burada görülen VIII. Henry ve III. Richard’ ın ortak takıları, omuzlarına attıkları, taşlarla bezeli geniş zincirleridir.



Bu dönemde giysilerin üzerine mücevher dikilmeye de başlar; mücevher düğmeler, şapkaların kenarına yerleştirilen rozetler ve fibulalar Rönesans’ ın son derece revaçta olantakılarıdır. Şapkalarla birlikte kullanılan takılar genellikle erkek takısı olmakla birlikte, kadın takısı olarak kullanıldığı da görülür. Şapka rozetlerinden bir örnekte, İncil’ den alınmış bir konu olan Aziz Paul’ un öyküsü müthiş bir mine işçiliğiyle aktarılmıştır.

Bir İmparatorluğun İhtişamı; Osmanlı’da Mücevher…
Bu mirasın peşinde, rotanızı belirleyip Eminönü istikametine yönelirseniz, Osmanlı Dönemi’nin tüm ihtişamını gözler önüne seren Topkapı Sarayı’na ulaşırsınız. Müze haline gelmiş bu saray, dönemin en zengin hazinelerini, göz alıcı büyüklükteki elmas  ve zümrütlerden yapılmış mücevherleri barındırır.
Hazine Dairesi, Saray’ın en fazla ilgi uyandıran bölümlerindendir. Yavuz Sultan Selim’in “Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” şeklindeki vasiyetine göre, Cumhuriyet’e kadar Hazine’nin kapısı her zaman onun mührüyle kapanmıştır.
Sarayda kuyumcular, bir ustanın yanında çıraklıktan başlayarak zaman içinde kalfa ve usta olarak yetişirdi. Topkapı Sarayı’nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan, Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. En kıdemlilerine “kuyumcu başı” denirdi.
Hazine dairesindeki her bir mücevherin de, sizi o dönemlere götüren farklı bir hikayesi vardır.      

Usta mücevher markalarından Adler’in kurucusu Jacques Adler, firmasını 1886 yılında İstanbul’da açmıştır. Oğlu Osmanlı İmparatorluğunun mücevhercilerinden biri olmuş ve 1955 yılında ikinci mağazasını İstanbul’da açmıştır. Bu da Osmanlı’nın, bu dönemdeki mücevher konusundaki öncülüğünün başka bir göstergesidir.     
                                  
Dünyanın en eski alış veriş merkezi; Kapalıçarşı… 

Topkapı Sarayı’nın görkeminden kendinizi kurtarıp Kapalıçarşı’ya doğru uzandığınızda ise, Nuru-u Osmaniye Caddesi ve civarında, Çarşı’nın etrafını çevreleyen küçüklü büyüklü kuyumcular, sadekarlar, tasarımcılardan oluşan büyülü bir dünyaya adım atarsınız.
Geçmişle günümüzü birbirine bağlayan bir köprü görünümündeki Kapalıçarşı’nın, bazı binalarının Bizans zamanında yapılmış olduğu söylenmesine rağmen, ilk olarak Fatih zamanında inşaata başlandığı daha ağırlıkla belgelenmiştir. Yapılan ilk bölümleri Sandal Bedesteni ve Cevahir Bedesteni`dir. Bunların ikisi de çarşı içinde ayrı birer çarşı gibidir. Bütün dükkânların genişliği aynı olacak şekilde inşa edilmiştir ve her sokak ayrı meslek gruplarındaki ustalara ayrılmıştır. Sonraki yüzyıllarda, bu eski iki yapının etrafındaki sokakların üzerleri örtülerek, ekler yapılarak daha büyük bir merkez haline gelmiştir.

Bu haliyle dünyanın en eski alış veriş merkezi Kapalıçarşı, labirent gibi karmaşık yapısıyla, içinde 60 kadar sokağı, ve dört bine yakın dükkânı barındırır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

News

Latest News
Pırlanta Sarrafı Mücevherat Grubu. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Top Ad 728x90

Video

Visitors

Bu Blogda Ara

Archive

Vertical2

Pırlanta Hakkında Herşey

script type="text/javascript"> //form tags to omit in NS6+: var omitformtags=["input", "textarea", "select"] omitformtags=omitformtags.join("|") function disableselect(e){ if (omitformtags.indexOf(e.target.tagName.toLowerCase())==-1) return false } function reEnable(){ return true } if (typeof document.onselectstart!="undefined") document.onselectstart=new Function ("return false") else{ document.onmousedown=disableselect document.onmouseup=reEnable }

Slider

Recent Post

Games

Popüler Yayınlar

Tweetler