Bu Blogda Ara

7 Haziran 2013 Cuma

Harem ve Mucevherler


Topkapı Sarayı'nın gizemli Harem dairesi, ekim ayına kadar sürecek seminerler ve özel bir turla keşfe açıldı. İlk konu 'Harem ve Mücevherler'di. Sanat tarihçi Gül İrepoğlu, "Haremdeki mücevher eşyalar, kadınlar kadar erkekler için de çok önemliydi," diyor
  • 14.07.2012
SABAH- Modern hayatta artık yalnızca mağazalarda görebildiğimiz yüzük, küpe, bilezikleri mücevher diye değerlendirsek de bir asır öncesine kadar hepsinin farklı anlamları, şifreleri vardı. Osmanlı dönemi boyunca mücevherler, yalnızca kadınlar için birer süslenme aracı değil, erkeklerin de statü sembolüydü. Kullanılan taşları, renkleri, yalnız ustalar değil onu kullananlar hakkında da bilgi veriyordu. Üstelik sadece yüzük, küpe de değil. Yelpazeler, yastık kılıfları, beşikler, ayna, kalem kutuları gibi mücevher eşyalar da çok fazlaydı. Sanat tarihçi Gül İrepoğlu da geçtiğimiz hafta Topkapı Sarayı'nda verdiği 'Harem ve Mücevherler' başlıklı seminerine şu sözlerle başladı: "Mücevherler aslında bize her dönemin ayrıntılı bilgisini verir. 'Nereden gelmiş?' 'Hangi taşlar kullanılmış?' 'Kim kime hediye etmiş?' gibi sorulara verilen cevaplarla sanat tarihine bir de bu açıdan bakabiliriz." Geçtiğimiz hafta salı günü Topkapı Sarayı'nda ilki gerçekleştirilen 'Harem ve Mücevher' başlıklı seminer ve sonrasında Harem'in ziyarete açık bölümlerinin gezilmesiyle sarayın ikinci avlusundaki Has Ahırlar'da gerçekleştirilen 'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu' sergisi turuna katılım oldukça fazlaydı. Ekim ayına kadar sürecek seminerler serisi ve özel kültürel tur, sarayın kapalı olduğu salı günü yapılıyor. Böylece tura katılanlar, müzenin Harem bölümünü ve sergiyi, rehber eşliğinde rahat biçimde dolaşma imkanı buluyor. Bilkent Kültür Girişimi (BKG) ve TAV Havalimanları'nın sponsorluğunda ülkemizde ve dünyada Harem'in hiç bilinmeyen yönlerini yansıtmak amacıyla gerçekleştirilen sergide özellikle 16. yüzyıla ait altın gerdanlık, 18. yüzyıl Saray Hazinesi koleksiyonuna ait zümrüt küpe, 19. yüzyıla ait murassa yelpaze, Sultan II. Mahmut'un kızı Adile Sultan'ın elmas broşu, Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatma'nın Medine'deki sandukasına takılması için hazırlanan elmaslı gelin sorgucu dikkat çekiyor. Peki, Osmanlı İmparatorluğu'nda gündelik hayatta çok fazla yer alan mücevherlerin tarihteki rolü nedir? Topkapı Sarayı'nın hazine dairesinde neler muhafaza ediliyor? Prof. Dr. Gül İrepoğlu, eylül ayında yayımlanacak Osmanlı Saray Mücevheri Üzerinden Tarihi Okumak adlı kitabında konuyu ayrıntılarıyla ele aldığını belirterek, şu bilgileri verdi: "Osmanlı İmparatorluğu, çok büyük bir sentezden oluşur. Sınırlar genişledikçe en önemli ustalar saraya getiriliyor. Onlar da yeteneklerini sergileyerek Osmanlı üslubunu oluşturuyor. Osmanlı hazinesi, İstanbul fethedildikten sonra hep Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor. Bu açıdan yağmalanmamış tek İslam hazinesi, Topkapı Sarayı'nın hazinesidir. Harem de zaman içinde değişen bir yapı. Lale devri padişahı olarak bilinen III. Ahmet döneminde haremde yemiş odası, ahşap tavanlı duvarlar, çiçek buketleriyle dolu süslemelerle harem çok zengin renk ve öyküleri olan bir yer. Haremin gerçek öykülerini bilemiyoruz çünkü burası padişahın evi, mahremi. Harem hakkındaki bilgileri arşivlerden, her dönemin tarihçilerinin satır aralarından öğreniyoruz. Ama harem, kapalı bir kutu."

MAHREM MEKANDA NELER VAR?
"Harem gibi mahrem bir mekanda, mücevher eşyalar da çok fazla var. Örneğin mücevher askılarda zümrüt çok fazla kullanılmış. Taşların her birinin de pek çok anlamı var. Taşlar en mükemmel, en simetrik halde kesilmemiş. Taşın doğasına uygun haliyle kullanılmaya dikkat edilmiş. Asıl ustalık, taşları kompozisyona uygun biçimde kullanmak. Oysa Avrupa mücevherleri farklı. Burada bir felsefe farkı var. Osmanlı saray geleneği içinde yazı kutularının önemli bir yeri bulunuyor. Çünkü harem halkına öğretilen yeteneklerden biri güzel yazı sanatı. Bu kutular da yakutlar, zümrütlerle bezeli."

EN ÖNEMLİ KULLANICISI PADİŞAH
"Padişahlara hediye edilen mücevher, süsleme aracı değil, statü sembolü. Örneğin, III. Selim'in inci tespihi gibi. Kadınlar, hizmetkarlar ve şehzadeler de mücevher kullanıyor. Altınlarla bezeli hançer kabzası da padişah mücevherleri arasında yer alıyor. Haremde kahve seremonisi de özel bir yer tutar. Fincanlar, kaşıklar dikkat çekiyor. 19. yüzyıla kadar yemek yerken sadece kaşık kullanılıyor. Çatal bıçak geç dönem işi. Pilav, hoşaf kaşıklarla yeniliyor. Geri kalan yemekler de üç parmakl yeniliyor. Padişaha ait kaşıklar da altın, sedef ve mercandan yapılıyor. Sitil adı verilen kahve örtüsü de Topkapı'da ilk kez sergileniyor. Kahve fincanlarının zarfları da dikkat çekiyor."

ÇİN PORSELENİ SEVİLİYOR
"Osmanlı padişahları, Çin porselenlerini çok seviyor. Özellikle de yemek yerken. Topkapı Sarayı hazinesinde çok önemli bir Çin porseleni takımı var. Osmanlı kuyumcuları, bu takımları mücevherlerle beziyorlar. Haremde yemek içmekle ilgili çok mücevher eşya kullanılıyor. Çin porseleni şerbetlikten yeşim kapaklı maşrapaya kadar birçok örneği görmek mümkün. Özellikle de 16. ve 17. yüzyıllarda yakut, zümrüt ve firuze yan yana kullanılıyor. Kuran ciltlerinde, gülabdallarda firuze kari tekniği kullanılmış. Klasik dönemde ise zevkler değişiyor. Renkli taşların yerini elmas alıyor."

SEMİNERLER SÜRECEK
17 Temmuz'da Dr. Mehmet Kalpaklı 'Bir Kültür Merkezi Olarak Harem', 24 Temmuz'da Doç. Dr. Deniz Esemenli 'Karmaşık Bir Bütünlüğün İfadesi Olarak Harem Mimarisi', 31 Temmuz'da Prof. Dr. Nurhan Atasoy 'İhtişam ve Zarafet: Harem, Giyim- Kuşam', 11 Eylül'de Prof. Dr. Gül İrepoğlu 'Harem ve Mücevher', 18 Eylül'de Doç. Dr. Deniz Esemenli 'Karmaşık Bir Bütünlüğün İfadesi Olarak Harem Mimarisi7, 25 Eylül'de Dr. Mehmet Kalpaklı 'Sarayın Bir Kültür Merkezi Olarak Harem' başlıklı seminerler, Topkapı Sarayı 'nda saat 14.30'da gerçekleştirilecek. Tel: (0212) 451 62 50

AYNALARIN SIRRI
"Aynalar, haremin vazgeçilmez mücevher parçaları arasında. Osmanlı mücevher geleneğinin en karakteristik özelliklerini aynalarda görüyoruz. Ayna yüzeyleri bir cennet bahçesine benzetilerek yapılıyor."


SABAH

Padisah Mucevherleri...Hanedanligin Mucevher Dunyasi

Osmanlı’da mücevher uçsuz bucaksız bir derya... Bu ay da Osmanlı’dan vazgeçmeyelim ve destansı hayatlarıyla tarihimize yön vermiş ecdadımızın, mücevher dünyasında bir yolculuğa çıkalım istedim.

Osmanlı’da mücevher padişah merkezliydi. En önemli ve en fazla sayıda mücevher, padişahlar için özenle üretilmekteydi. Bunların bir kısmı, padişahlar tarafından bizzat kullanıldığı gibi, kayda değer bir kısmı da çeşitli vesilelerle hediye edilirdi. Osmanlı Hanedanı’nın hediyeleşme kültürü her daim ilgimi çekmiştir. Padişahlar, çevresindekileri çoğu zaman birşeylere teşvik etmek veya onurlandırmak, ödüllendirmek için hediyeler verirlerdi. Hediyelerin şıklığı, güzel işçiliği ve tabii ki muhteşem taşlarının parlaklığını görünce, insanın o devirlere dönüp, hediyeleşmenin bir parçası olası geliyor...

Kadınlar, genellikle düğün, doğum gibi vesilelerle, kendilerine hediye edilenlerle mücevher sahibi olabiliyorlardı. Kadının statüsüne göre, kullandığı mücevherler de değişkenlik gösteriyordu. Hayır yapmak için mücevherini satan Valide Sultan’lar, zora düştüğünde ailesinin temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan fedakâr anneler içinse, mücevher bir birikim vesilesiydi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…

Her ne kadar merkez padişahlardı desek de, kadınların mücevher gelenekleri o kadar güçlüydü ki, günümüzde bile birçoğumuz farkında olmadan Osmanlı mücevher geleneğini sürdürüyoruz. Halkası tamamlanmadan ortası açık bırakılan, bu sayede her bileğe uyum sağlayan burma altın bilezikler, sıra sıra elmas taşların dizilmesiyle meydana gelen, günümüzde de aynı isimle anılan "akarsu” bilezikler, özellikle elmas severlerin mutlaka bir takımına sahip oldukları "divanhane çivisi” motifli yüzük, kolye ve küpeler… Hatta Osmanlı’da sıkça kullanılan, hilal motifli mücevherler de, gerek klasik gerekse modern mücevher severlerin ilgisini çekmeye devam ediyor.

Mücevher günümüzde de olduğu gibi; padişahlar tarafından bazı mesajları vermek ve bir anlamda kendilerini ifade etmek amacıyla kullanılırdı. Padişahlar, özellikle gücü sembolize etmek, dosta düşmana devletinin gücünü göstermek amacıyla, yükseliş devriyle birlikte ihtişamlı takılar takmaya başladılar. Gittiğimiz düğünlerde, meraklı gözlerle ‘acaba ne takmışlar’ bakışlarına alışkın hanımlar olarak, sultanların bu bakış açılarını garipseyemeyiz.

İşte bu sırada aklımıza, hepimizin zihninde yer etmiş, muhteşem mücevherlerle bezenmiş padişah sorguçları geliyor. Tam olarak ne zaman kullanıldıklarını bilemesek de, tarihi kayıt ve minyatürlerde Kanuni Sultan Süleyman Han’dan itibaren, sultanların tahta çıkışlarda, savaşlarda ve çeşitli merasimlerde, kıyafetlerini sorguçlarla tamamlamaya başladıklarını görebiliriz. Bazı devlet adamları da, rütbelerini belli etmek amacıyla sorguç takabilirlerdi. Ancak padişah bineceği zaman sorguçla süslenen atlar, saltanatın ihtişamına ihtişam katardı herhalde.

Mücevherin tarzı, kullanım biçimi, kullanılan madenler ve taşlar da, günün siyasi ve ekonomik şartlarına göre farklılık gösteriyordu. Dönemin kuyumcuları, büyük bir titizlikle farklı kültürleri, gelenek ve görenekleri içinde barındıran Osmanlı sentezini, adeta mücevherlerine yansıtıyordu. İmparatorluk büyüyüp geliştikçe, onlar da farklı madenleri, kıymetli taşları ve üretim tekniklerini mücevherlerine taşıyorlardı. Horasan’dan, Tebriz’den, Rusya’dan ve Balkanlar’dan renk renk Osmanlı dokusu, mücevherde kendini gösteriyordu.

Osmanlı’nın zirvede olduğu günlerde, iri taşlar ve gösterişli takılar öne çıktığı gibi, imparatorluğun yavaş yavaş çöküşe gittiği ve Batı etkisinin her alanda kendini gösterdiği 18. yy’dan itibaren, takılar da siyasete paralel olarak değişiklik gösteriyordu.

Osmanlı mücevherinin bu denli gelişmesinde, padişahların kuyumculuk sanatına verdikleri desteğe de vurgu yapmakta fayda vardır. Evliya Çelebi, hem Yavuz Sultan Selim’in hem de Kanuni Sultan Süleyman’ın kuyumculuk eğitimi aldıklarını nakletmiştir. Bir nevi "sultan sanatı” olarak görülen kuyumculuğun, diğer tüm sanat dallarının da zirvede olduğu, 16. yy’da en kıymetli başyapıtlarını üretmiş olmasının tesadüf olmadığını gösterir. Bu dönemlerde artık mücevher Osmanlı geleneğinin önemli bir parçası haline gelmişti.

Osmanlı’nın kültürel zenginliği, münferit mücevher parçalarına yansıdığı gibi, takıların kombinlenmesinde de kendini gösterirdi. Aynı dönemde Avrupa da mücevherleri kombinlerken, mutlaka aynı motifin tekrarlanmasını sağlamak geleneği hakimken, Osmanlı’da farklı motiflere sahip takıların birbirleriyle uyumlu olacak şekilde bir arada takılmaları uygundu.

Yapımı haftalar hatta bazen aylar süren, kullananların anılarını taşıyan bu kıymetli takılardan günümüze çok azının ulaşabilmesinin de hüzünlü bir nedeni var. Bir kısmı; günün değişen modasına uyabilmek hevesiyle, zaman içinde farklı takılara dönüşmüşse de, birçoğu ekonomik şartlar ağırlaştıkça, çeşitli ihtiyaçları karşılayabilmek için elden çıkartılmak zorunda kalmıştır. Hanedanın son üyelerinin, yurt dışında sürgün yıllarında hayatta kalabilmek için, bir anlamda tüm toplumumuzun ve İslam âleminin kültür hazinesi olan mücevherlerini satmak zorunda kalması son derece üzücüdür. Bu mücevherlere her bakışımda, şu an hayatta olmayan son Osmanlı Hanedanı’na mensup kıymetli bir büyüğümüzle yaptığımız bir sohbette; "Anılarımızı satarak hayatta kalmaya çalışıyoruz,” sözünü hatırlarım ve içim burkulur. Yüzyıllar süren ihtişam, kıymetli ellerden çıkarmaktadır… Kim bilir kaç parça ata yadigârı mücevherin yolculuğundaki bu son nokta, hüzünlü olsa da, iyi ki bu yolculuğa çıkmışız. Bu eserleri görmüş, onlara ve dolayısıyla kendi şanlı tarihimize vakıf olabilmişiz.

Aysha Dergi

Osmanli Saray Mucevherleri

Osmanlı Saray Mücevherleri


İmparatorluğun ihtişamı mücevherler...




Mimar, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu 'Osmanlı Saray Mücevheri' adlı yeni kitabında mücevher üzerinden tarihi okuyor


Osmanlı saray mücevherlerinin en parlak örneklerinin yer aldığı kitapta padişahlar, sultanlar ve diğer saray erkanının mücevher ve değerli taşlarla ilişkisi anlatılıyor...
- Osmanlı sultanlarının gerek kullanılan eşyada gerekse giyim kuşamda ve takıda gösteriş aramadığı açıktır, zaten yaşam tarzı buna olanak vermez. Elde kılıçla geçen, temel kaygının süslenmek değil, varlığını güçlendirerek sürdürmek, yayılmak olduğu günlerde mücevher öncelik taşımaz. Ta ki 1453’te İstanbul’un fethine yani imparatorluk olmanın hakkını verme isteğine kadar...
- 16. yüzyılda mücevher törenlerin, saray ihtişamının vazgeçilmezi olur. Bu durum Osmanlı kuyumculuğunun parlak bir sanat dalı olarak gelişmesini sağlar. Hazineye ganimet ya da Doğu’dan ve Batı’dan armağan olarak giren mücevherler, Avrupa’dan ithal edilenler ve İstanbul’da yaşayan Avrupalı kuyumcuların yapıtları da ‘Osmanlı mücevheri’ kavramını zenginleştirir.
- Sarayburnu’ndaki eski Toplu Kapı’dan dolayı 200 yıldır Topkapı Sarayı adıyla anılan imparatorluk sarayı Fatih Sultan tarafından 1478’de yaptırıldığından beri Osmanlı hazinesinin saklandığı yer olmuştur.
- Padişahın vefatında, hayattayken satın aldığı, yani devlete ait olmayan mücevherheratın defteri yapılır. İki zabıt tutulur; biri, bütün bu değerli mal varlığıyla birlikte demir sandığa konularak mühürlenir ve hazine odasına yerleştirilir. Yavuz Sultan Selim’e ait siyah taşlı altın mühürle Enderun Hazinesi’nin dış kapısını mühürler. Bu mühürün kullanılması Sultan Selim’in vasiyetidir ve bu vasiyet hep yerine getirilmiştir.
- Kuyumculuk padişahlar tarafından sevilmiş ve desteklenmiş, en saygın meslekler arasında yer almıştır. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman şehzadelik zamanlarında kuyumculuk eğitimi almıştır.
- Saraya mücevher satışları Yahudi kadınlar tarafından yapılır. Haremden çıkarak alışveriş yapmanın zorluğu karşısında bu çözüm bulunur. ‘Kira Kadın’ larak tanımlanan bohçacı- tüccar kadınlar valide sultanların diplomatik ilişkilerinde de aracılık etmiştir. Yahudiler çarşıdaki taş ve hammadde ticaretinin de önemli bir parçasıdırlar.
- Sultan kızları evlenirken verilen çeyizin içinde mücevher önemli bir yer tutardı. Çeyizdeki değerli mücevher takı ve eşyalar, masalarda gümüş tepsiler üzerine kırmızı kadife yayılarak mahfazalarıyla birlikte annesi kadınefendinin dairesinin yakınında, önce padişahın, sonra padişahın eşlerinin, sonra da tüm saray halkının görebilmesi için sergilenir, ertesi gün çiftin oturacağı yalıya törenle taşınırdı.
- Sarayda mücevher yalnızca beğenilen bir süslenme unsuru ya da ödüllendirme göstergesi değil, gereğinde geri alınarak ve başkalarına dağıtılarak konum belirleyen bir malzemedir.
- Evliya Çelebi’ye göre firuze (turkuaz) İran Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal Bedehşam’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır ve Sivrihisar’dan, inci ve akik Yemen’den getirilmektedir.
- Sultan II. Murad’a sunulan bir cevhernamede taşların faydaları anlatılır: Macun haline getirilmiş inci kuvvet verir, ‘sevdayı giderir’, baş ağrısına iyi gelir. Yakut basur ağrısını, üzüntüyü giderir, bedene kuvvet verir, cinsel gücü artırır, takanı halk gözünde heybetli ve şirin gösterir. Zümrüt taşıyan kötü rüya görmez, sarası iyileşir. Elmas yıldırımdan korur, idrar yollarını temizler. Lal kötü rüyalara karşıdır, firuzeye bakmak uğur getirir, düşmanları yenmeye yardımcı olur. Yeşim cin ve şeytan hilesinden korur.
(30.09.2012 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır)

Hanedan’in Mucevherleri

İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Sayın Doç. Arzu Terzi’nin bir kitabı çıktı. “Saray Mücevher İktidar” Osmanlı saray mücevherlerinin gizemli serüvenlerinin anlatıldığı kitap mâzide kalmış enteresan olaylara kapı açıyor.  Bizde bu kitaptan genel bir yazı derledik.  İlgilenenler kitabı alıp(1) tamamını inceleyebilirler.
İnsanlık tarihi boyunca mücevherler daima gücün ve asaletin sembolü olmuşlar, insanlar da bu cevhere sahip olabilmek adına tarih boyunca türlü mücadeleler sergilemişlerdir. İşte bu mücadelelerden birinin Osmanlı sarayında meydana geldiğini müşahede etmekteyiz.
XVII. asırdan itibaren içte meydana gelen ayaklanmalar, kaybedilen savaşlar devletin kazanım hanelerine yazılmamış, bilakis devleti mâlî, siyâsî, idârî bakımdan sıkıntılara sokmuştur. İyi mahsul alınamayan seneler ve artık sanayileşen Avrupa karşısında devlet bunalım geçirmeye başlamıştır. Tanzimat asrında devlet ilk defa dış borçlanmaya gitmiş, akabinde borçlanmalar artmış ve artık ödenemez duruma gelmiştir. Bu kısa panorama devlet hazinesinin durumu hakkında bize umumi bir izahat vermektedir.
İç ve dış borçlar böyle bir durumdayken iktidarda olanların elinde sıcak para yekûnunun olması beklenemez. O takdirde paranın yerini, gücün sembolleri arasında yer alan ve dönemin tahvilleri ve hisse senetlerinden çok daha kıymetli olan mücevherler alacaktır. Mücevher Osmanlı’da geniş bir anlama sahiptir. Mücevher Osmanlı’da saray hanımlarının taktıkları taç, gerdanlık, inci, tepelik, broş, bilezik, kemer tokası gibi takılardan başka; el aynası, yelpâze, mühür kesesi, yazı takımları, yemek takımları, sineklik, çok değerli taşlarla süslenmiş fincan zarflarına kadar uzayan bir silsileyi ifade eder.
Mücevherlerin serüveni Abdülmecid’in vefâtı ve Abdülaziz’in cülusu ile veliahd ilan edilen Murad Efendi’nin aşırı borçlanması ile başlar. Malum olduğu üzere hanedan üyelerine Hazine-i Hassa’dan bir tahsisat bağlanır ve maaşları buradan ödenirdi. Devletin mali durumunun müsbet olmaması neticesinde bu maaşlar zamanında ödenememekteydi.
Bu durum hanedan üyelerini borçlanmaya sevk etmiştir. Murat Efendi başta olmak üzere hanedan üyesi birçok kişi Galata bankerlerinden borç para almışlardır. Bu bankerlerin başında Hristaki Zografos namında Osmanlı tebaası bir Rum vardır. Hristaki Efendi Murat Efendi’nin ve validesi Şevki-Efsâr hanımın hususi sarrafıdır.
Sarraf (Tefeci) Hristaki Zografos
Bu vesileyle Murad’ın borçlarının birçoğu Hristaki’yedir. Hristaki de müstakbel sultana borç vererek geleceğe yatırım yapmıştır. Veliahd Murad’ın borçlarının yekûnu 211.350 liradır. Murad Efendi’nin aylık gelirinin yaklaşık 1.190 Osmanlı lirası olduğu düşünüldüğünde aradaki uçurum hemen fark edilmektedir. Bu maaş, zamanı içinde de azımsanacak bir rakam değildir ve normal şartlarda şehzade Murad’a kâfi gelecek bir maaştır. Yani hazine maaşları zamanında ödemiş olsa dahi Murad Efendi borçlanacaktır.
Sultan Abdülaziz hal’ edilip Topkapı Sarayı’na götürülürken Saray’da tam bir mücevher yağması meydana gelmiştir. 1622’de Osmanlı Sarayı’ndaki İngiliz Büyükelçisi Sir Thomas Roe, Osmanlı tarihinde ilk kez halkın padişahı tahttan indirmesi olayını anlatırken, asilerin yeni sultana kılıç kuşandırmak için saraya girmeden önce “kendi evleri ve namusları olarak gördükleri saltanat makamını yağmalamamak üzere hep birlikte and içtiklerini” söylemektedir. Ancak elçinin naklettiği hassasiyetin bu dönemde maalesef kaybedildiğini görmekteyiz. Ne hazindir ki Sultan Abdülaziz saraydan çıkarılırken önce askerler tarafından saray yağma edilmiş, ancak bu durum darbe paşalarınca hemen örtbas edilmiştir. Ardındansa asıl acı olan Sultan Murad’ın annesi ve Murad’ın tahta çıkışıyla Mabeyn Müşiri olan Damat Nuri Paşa tarafından hanedana ait mücevher ve değerli eşyaların talan edilmesidir.
Osmanlı Arması Kompozisyonlu Broş
Yapılan ihtilal esnasında Abdülaziz’in mal varlığı dışında padişahın annesi, eşleri ve bütün harem halkının mücevherleri ve kıymetli eşyalarına el konulmuştur. Bu kıymetli eşya ve mücevherat Abdülaziz’in hareminin kişisel mallarıdır yani saltanat makamına ait mallar değildir. Abdülaziz’in hal edilmesinden sonra annesi, hanımları ve bir kısım bendegânıyla birlikte Topkapı Sarayı’na götürülürken yanlarına para, mücevher ve değerli eşyalarını almalarına izin verilmemişti. Abdülaziz Topkapı Sarayı’ndan Feriye Sarayı’na götürülürken de harem halkının, gayet alçaltıcı bir şekilde teker teker üst baş aramasıyla kontrolden geçirildiği söylenir.
Nitekim Ortaköy’e nakledildikleri gün annesiyle diğer aile efradının ve cariyelerinin üzerlerinde kalan mücevherlerle altın ve gümüş eşyalar çekilip alınmıştır. Hatta bu sırada Abdülaziz’in üçüncü hanımı rütbesinde bulunan Meşveret Kadınefendi subayların hakaretine uğramış, mücevher sakladığı düşünülerek örtündüğü şal zorla çekilip alınmış ve açık saçık bir halde ortada kalan ve zaten hasta olan kadınefendinin bu hakaretlerden sonra hastalığı artmış, Abdülaziz’in ölümünden hemen sonra vefat etmiştir.
Mir’ât-ı Şunûât’da Mehmed Memduh Efendi Dolmabahçe’de bulunan cariyelerinin saradan çıkarılıp kayıklara bindirilirken mücevher alıp götürmemeleri için bazı zabitlerin pek çirkin ve yüz kızartacak şekilde üzerlerinde mücevher araması yaptıklarını belirtmektedir. S.81
Sultan Abdülaziz haremine ait mücevher yağması daha ziyade yeni Valide Sultan Şevki-Efsâr tarafından gerçekleştirilmiştir. Valide Sultan’dan kurtarılabilen mücevherler ise ihtilalci paşalar tarafından kurulan bir komisyonca kayıt altına alınmış, bunların halkın parasıyla alındığı, dolayısıyla halk için harcanması gerektiğine karar verilmiştir. Ancak kısa bir süre içinde halkın malı olduğu söylenen bu mücevherlerin büyük bir kısmı, çoğu Sultan V. Murad’ın veliahdlik zamanına ait olan kişisel borçları karşılığında Hristaki Efendi’ye rehine verilmiştir.
Sultan Hamid
Baştan beri Genç Osmanlılar’ı ve ihtilalcileri destekleyen Hristaki, aynı zamanda V. Murad’ın ve annesinin özel bankeriydi. Hristaki sürekli olarak Murad Efendi’ye borç veren, vaktinden önce efendi ve annesinin maaşlarını ödeyen, tabii bunlara yüksek faiz işleten bir veliahd finansörüdür. Hristaki’nin padişahın tahta çıkması ve akli dengesini yitirmesi üzerine hemen ihtilalci paşalar, Valide Sultan ve Nuri Paşa ile anlaşarak çoğu Abdülaziz haremine ait mücevherleri rehin almış, kısa bir zaman sonra da bir daha geri gelmemek üzere Paris’e gitmiştir.
V. Murad’ın akli dengesinin bozulduğu günlerde bunun halk içinde de duyulması ve huzursuzluklara sebebiyet vermesi sonucunda darbeci paşalar istemeyerek de olsa Şehzade Abdülhamid’i padişah ilan etmek durumunda kalmışlardı. II. Abdülhamid tahta geçtikten kısa bir süre sonra V. Murad’ın borçlarını ele alır ve rehin verilen kıymetli mücevherlerin geri alınmasına dair dava açılması için harekete geçer ve araştırma başlatır.
Her ne pahasına olursa olsun mücevherlerin Hristaki’den alınması gerekmektedir, zira hem maddî hem de manevî böylesine mühim emtianın darbecileri desteklemiş olan Hristaki’nin elinde bulunması tehlike arz etmektedir. Abdülhamid Kanun-i esâsi kapsamında yapacağı bu teşebbüsü V.Murad’ın borçlarının ödenerek şerefinin kurtarılması ve Abdülaziz hanedanının mağduriyetinin giderilmesi şeklinde bir gayeye bağlar ve Hristaki ile bir dizi görüşme yapılır. Neticesinde mücevherlerin büyük kısmını Abdülhamid geri alır. Ancak bu sefer de padişahlık makamına ait çiftlikât-ı hümayunlar Hristaki’ye bırakılır. Bu belli bir yıl için yapılan satıştır. Bu müddet sonunda bu çiftlikler geri alınacaktır. Sadece bu müddet için bu çiftliklerin gelirleri Hristaki’ye tahsis edilmiştir. Böylece mücevherler kurtarılmış ve V. Murad’ın borçlarının ödenmesi için bir ödeme planı yapılmış olur.
"Hareket Ordusu Efradının Makriköy Üzerine Yürüyüşü"
Sultan II. Abdülhamid 31 Mart Vak’ası’ndan sonra 27 Nisan 1909 tarihinde tahttan indirilmesiyle birlikte Osmanlı haremi ikinci bir mücevher yağmasıyla karşılaşır. Bu sefer talancılar, valide sultan işbirlikçileri ve ihtilalci paşalar değildir. 31 Mart Harekâtı’na katılmış birçoğu gayr-ı müslimlerden oluşan çapulcu takımı ve askeri grupların katılımıyla Yıldız Sarayı’nda büyük bir yağma yaşanır. Bu, tıpkı bir zamanlar Sultan Aziz’e olduğu gibi II. Abdülhamid’den intikam alma gayretidir. Yağmadan arta kalanlar ise İttihad ve Terakki’ce yurtdışında müzayedeye çıkarılır ve orada satılır. Parası Donanma Cemiyeti’ne verilir. Yani bir zamanlar Sultan II. Abdülhamid’in Paris’ten getirtip rehinden kurtardığı Osmanlı hanedan mücevherleri, bu sefer yine Paris’te, müzayede çıkarılacak ve yeni iktidar tarafından satılacaktır.
Ömer Faruk CAN
Tarih ve Medeniyet ORG

Osmanli'da Kuyumculuk Teskilatı :Ehl-i hiref sanatkârlar zumresi



Kuyumcular Osmanlı sarayında ehl-i hiref denilen sanatkârlar zümresi olarak anılıyordu.  Ehl-i hiref’in el sanatlarıyla uğraşan kimseler anlamına gelen bir kelimeydi.
Ehl-i hiref teşkilatı saraya devşirme olarak verilen acemilerden oluşur; acemi devşirmeler kuyumculuk ustalarının yanlarında yeteneklerine göre yetiştirilirdi. Ehl-i hiref teşkilatına alınan devşirmeler sanatında ilerledikçe becerisine göre gündeliği arttırılır, giderek kalfa ve usta olurdu.
Ehl-i hiref teşkilatı Topkapı Sarayı'nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. Âmirlerine kuyumcu başı denirdi.
Osmanlı devletinde ehli hiref teşkilatını kurulmasında Balkanlardan ve İran’dan getirtilen kuyumcu ustaları sayesinde olmuştur.  Sarayın ilk ustalarının İran mücevher geleneğinden yetişen İranlı ustaların olduğu sanılmaktadır. İlk Türk mücevher ustalarının yetişmesinden sonra geç dönemlerde Ermeni ustaların da saraya girdikleri Osmanlı Mücevher geleneğine kakma, çalma, oyma, savat, telkari, hasır, mıhlama gibi teknikleri yerleştirdikleri zannedilmektedir.

Ehl-i hiref teşkilâtında kuyumculukla uğraşan pek çok ustanın ve çeşitli bölüklerin yer aldığı belgelerden anlaşılmaktadır ki, bunların başında altın işçiliği yapan "Zergerân" bölüğü gelmektedir. Yeşim, necef ve maden eserler üzerine altın kakmacılığı yapanlara "zernişâni", taş yontucu ve işlemecilere "hakkâkân", taşa foya yapanlarra ise " foyager" denilmekteydi. Saray kuyumculuğu ile ilgili bazı bilgileri mevâcip (maaş), masraf ve in'am defterlerinden edinmekteyiz” ( Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php? )

Ehl-i hiref teşkilâtının kuruluşunun Fatih zamanında gerçekleştiği sanılmaktadır. Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan hazine koğuşunun amiri, hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedar başı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. O, sarayda hizmet gören ve sayıları 2000 kadar olan saray sanatkârlarının başı olduğu gibi, enderun hazinesi ve saraya ait mücevherler ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.  Serhâzin-i enderun denilen hazinedârbaşı, ehl-i hirefe karışır, maaşlarını dağıtırdı. Kuyumcubaşı saray kuyumcularına nezaret eder ve onları yetiştirirlerdi. Kuyumcu başının bir başka görevi de saray için alınacak mücevherlerin değerlerini, yabancı ülkelere yollanacak mücevherlerin kıymetini vb tespit etmekti. (Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php?haber )
Hazine-i Amire (hazine-i hümayun)'nin Yavuz Sultan Selim (1512- 1520) zamanında dolup taştığı ve bu yüzden de İmparatorluğun genişlemesine parelel olarak genişlediği görülür.  Yavuz döneminde,  Osmanlı hazine teşkilatının Dış Hazine, Silahtar Hazinesi, Raht Hazinesi, Harem Hazinesi, Muhallefat Hazinesi ve İfraz Hazinesi olarak çeşitli birimler halinde gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. (Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_)
Osmanlı kuyumculuk sanatının ve ehli hiref teşkilatının gelişmesinde çok önemli katkıları olan Yavuz ve Oğlu Kanuni de    yetişme çağlarında kuyumculuk öğrenmiş  mücevher ve takı ustası olmuşlardır.  
Osmanlıların altınla birlikte kullanılan taşları ve mücevherleri çeşitli yerlerden getirttikleri bilinmektedir. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiştir. ( http://www.definegizemi.com/sanat-tarihi/mucevher-taki/padisahlar.htm ) 
Osmanlı kuyumculuğu, İmparatorluğun yayıldığı geniş coğrafyanın birikimlerini de kazanarak geniş bir kuyumculuk kültürüne sahip olmuştu. Mücevher ve mücevhercilik İstanbul’un dışında Trabzon, Samsun, Sivas, Van, Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Bitlis, Kula, Eskişehir, Diyarbakır, Mardin, Midyat, Şam, Halep, Kıbrıs, Prizren gibi yerlerde de farklı madenler işleyerek,  farklı mücevhercilik alanları geliştirerek, farklı tekniklerle altın gümüş ve taş işçiliği yapılmıştır. 
turkislam02mo7 Osmanlıda Maden Sanatı | Osmanlının Sanat Okulu Ehli Hiref   Fetihlerle Gelişen Sanat   Madendeki Cevher   buyuk osmanli imparatorlugu
Osmanlı kuyumcularının ürettikleri ürünler arasında küçük ve büyük boyutlu dekoratif eşya, takı ve kullanıma yönelik sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası, Kur'an kabı, kılıç, hançer, gürz, gaddare, tüfek, tesbih, bardak, matara, kâse, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak, Kabe hediyeleri, taht, beşik, örtü, kaftan, at koşu takımı, enselik, saç bağı, iğne, çelenk, zihgir, çaprast, silah dipçiği, kabze, kitap kabı, kitap süsleme, tezhip,  zincir, saat, köstek, muska ve hamaylı gibi takı çeşitleri olarak oldukça güzel eserler vardır.
Osmanlı takılarının en önemli özelliği, İmparatorluğun çoğulcu yapısını yansıtan çeşitliliğiydi Çok değişik parçaların yan yana kullanılması bir yana farklı tarza sahip, karşıt renklerin de büyük bir uyumla kullanıldığı takılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun özgünlüğünü yaratıyordu
Osmanlı kuyumcusu, bir nakkaş gibi ince çalışarak, tasarımını taşın biçimine az müdahale yapmaya, tasarımını taşın biçimine uydurmaya özen göstererek, bir imparatorluk sentezi olan Osmanlı ruhunu yansıtan, natüralist ağırlıklı yapıtlar vermiştir (Dilek Tihan, Osmanlıda mücevher tarihi,.xing.com/net/svsg/kultur-sanatla-ilgili-yazılar-338875/ )
Osmanlı kuyumculuğunun en güzel örnekleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenin zümrütlü hançer, Kaşıkçı elması, Kanuni Sultan Süleyman'a ait fildişi ayna, altın beşik, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç , Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, ve bayram tahtı sayılabilir.

KAYNAKÇA 
  • Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php? 
  • Dilek Tihan, Osmanlıda mücevher tarihi,.xing.com/net/svsg/kultur-sanatla-ilgili-yazılar-338875
  • http://www.definegizemi.com/sanat-tarihi/mucevher-taki/padisahlar.htm

Osmanli'da Kuyumculuk



OSMANLI DA KUYUMCULUK
Osmanlı sarayında çeşitli hizmet erbabı sınıflar mevcut olup bunlardan biri de ehl-i hiref denilen sanatkarlar zümresiydi. El sanatlarıyla uğraşan kimseler demek olan ehl-i hiref, devşirme zamanında saraya verilen acemilerden oluşur; hizmete alınanlar, ustaların ellerinde yeteneklerine göre yetiştirilirlerdi. Bir kimse hizmete alındığından itibaren çok az gündelik alır, sanatında ilerledikçe becerisine göre gündeliği arttırılır, giderek kalfa ve usta olurdu. Bunlar arasında yer alan kuyumcular Topkapı Sarayı'nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. Âmirlerine kuyumcu başı denirdi. Kuyumcular, devşirmelerin kabiliyetlilerinden yetiştirilirdi. Kuyumcubaşı bunlar arasından yetişme olmayıp, saray dışındaki kuyumcu esnafının usta, ihtiyar ve mutemetlerinden tayin olunurdu. Bunlar saray kuyumcularına nezaret ederler ve onları yetiştirirlerdi. Saray için alınacak mücevherler ile yabancı hükümdarla ra hediye olarak yaptırılan mücevherler kuyumcubaşı tarafından muayene edilir ve kıymetleri belirlenirdi.

İkibin sanatkâr
Ehl-i hiref teşkilâtında kuyumculukla uğraşan pek çok ustanın ve çeşitli bölüklerin yer aldığı belgelerden anlaşılmaktadır ki, bunların başında altın işçiliği yapan "Zergerân" bölüğü gelmektedir. Yeşim, necef ve maden eserler üzerine altın kakmacılığı yapanlara "zernişâni", taş yontucu ve işlemecilere "hakkâkân", taşa foya yapanlarra ise " foyager" denilmekteydi. Saray kuyumculuğu ile ilgili bazı bilgileri mevâcip (maaş), masraf ve in'am defterlerinden edinmekteyiz. Günümüze gelen en erken tarihli ehl-i hiref mevâcip defterleri Kanuni Sultan Süleyman dönemine aittir. Mart 1526 tarihli "ehl-i hiref mevâcip teftiş defteri"nde, saray sanatçılarının adları, nereli oldukları bazen de uzmanlık dalları belirtilmiş olup, 1526'da bunların sayılarının 58 zerger, 22 zernişâni, 9 hakkâk ve 1 foyager oldukları anlaşılmaktadır. Zerger, hakkâk ve zernişanların çoğunluğunu Tebrizli ve Bosnalıların oluşturduğunu; usta ve çırakların arasında ise Arnavut, Rus, Gürcü, Akkermanlı, Üsküplü, Çerkez ve Herseklinin bulunduğunu yine bu defterden öğrenmekteyiz.
Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan hazine koğuşunun amiri, hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedarbaşı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. O, sarayda hizmet gören ve sayıları 2000 kadar olan saray sanatkârlarının başı olduğu gibi, enderun hazinesi ve saraya ait mücevherler ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.
Serhâzin-i enderun denilen hazinedârbaşı, ehl-i hirefe karışır, maaşlarını dağıtırdı. Hazine koğuşundaki içoğlanların koruduğu enderun hazinesi binası, dört geniş salondan oluşmaktaydı. Burada çeşitli cins nakit ile kıymetli taşlarla süslü altın ve gümüş kap kacak, mücevher, elmas ile yapılmış eşyalar, kürkler, şallar, değerli kumaşlar, halılar, mücevherli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı ve altın düğmeli seraser, kapaniçeler ve başka eşyalar mevcuttu.
Yavuz'un mührü
Hazine kethüdası da hazine koğuşu ile hazine-i hümayunun (iç hazine) amiri idi. Kendisinin görev değişikliği olduğunda bütün hazineyi bir başkasına en ince ayrıntısına kadar sayarak devir teslim etmek zorundaydı. Bu durum 1680'de hazine kethüdası iken vezir olan MermerMehmed Paşa'nın, ölümünden sonra bıraktığı şeyler arasında saraya ait mücevherler ile kıymetli bazı eşyaların bulunmasından sonra sıkı bir şekilde uygulanmıştı. Hazine kethüdası olanların elinde, Yavuz Sultan Selim'in vasiyeti üzerine enderun hazinesinin dış kapısına basılan kırmızı akikten yapılmış bır mühür bulunmakta idi. Yavuz'un "Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa, hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun" şeklindeki vasiyetine son zamanlara kadar uyulduğu belirtilmektedir. Her yeni padişah başa geçtiğinde hazine ziyaret edilir, önce hazine kethüdası anahtarı getirir, Yavuz'un mührü muayene olunur ve onun mührüyle mühürlenmiş kilit ve kapı özel bir törenle açılırdı.
Rikâbiyye
Padişahların zaman zaman enderun hazinesini ziyaret ettikleri, burdaki ambarlar, sandıklar ve dolaplar içinde saklanan eşya , silah ve mücevherden oluşan hazineyi gördükleri bilinmektedir.
Hazine-i Amire (hazine-i hümayun)'nin Yavuz Sultan Selim (1512- 1520) döneminde, Dış Hazine, Silahtar Hazinesi, Raht Hazinesi, Harem Hazinesi, Muhallefat Hazinesi ve İfraz Hazinesi olarak çeşitli birimler halinde gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. Fatih köşkü ( bu günkü hazine dairesi) odalarında bulunan Hazine-i Hümayun'un da kendi bünyesi içinde Bodrum Hazinesi, Elçi Hazinesi ve Ceyb-i Hümayun Hazinesi gibi bölümleri bulunmaktaydı. Hazine-i Hümayun'da elçi armağanları yanında padişaha; sadrâzam, devlet ileri gelenleri ve valide sultan tarafından verilen hediyeler de bulunurdu. Geleneklere göre padişah, hediye almasının yanında, seferde başarı gösteren serdar-ı ekreme, eyalet valileri ve çeşitli görevlerde bulunan devlet ileri gelenleri ile yabancı elçilere de hediyeler verirdi. Verilen bu hediyeler darphane-i hümayunda yeniden yaptırılan değerli eşyalardı. Bu hediyelerle ilgili bilgiler hazine defter kayıtlarından öğrenilmektedir. Meselâ, Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait bazı belgelerde, ehl-i hiref sanatkârlarının adet olduğu üzere Ramazan bayramında padişaha hediyeler verdiği belirtilmektedir. Ayrıca padişaha saray mensuplarının Nevruz (yılbaşı)'da "Nevruziye" denilen kuyum işleri, sadrâzam ve vezirlerin ise "Rikâbiyye" denilen hediyeler verdiğini yine kaynaklar belirtmektedir.
Padişahlar bile
Saray kuyumcuları, harem ve padişahtan gelen siparişlerin yanında bazen de büyük enderun ağalarının siparişi ya da tamir işleriyle uğraşırlardı. Yapılan her iş için ücret, bizzat o işi yapan ustalara ödenirdi.

Osmanlı padişahlarının güzel sanatlara özellikle tezhip, hat, musikî, resim ve ağaç işlerinin yanında kuyum işlerine de duyduğu sevgi ve ilgi öylesine yoğunlaşmıştır ki, bazen bizzat uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Yavuz Sultan Selim'in şehzadeliğinde Trabzon'da kuyumculuğu öğrendiğini ve babası Sultan II. Bayezid adına sikke kazıdığını Evliya Çelebi'den öğrenmekteyiz. Kefe ve Manisa'da sancak beyliğinde bulunan Kanuni'nin ise şehzade iken maiyetinin ve sarayın ihtiyaçlarını karşılayan esnaf takımının arasında bir de zergerin bulunması, onun bu mesleğe verdiği önemi göstermektedir. Osmanlı devletinin refah dönemlerinde, kullanılmayan hazine eşyalarının satıldığı, sıkıntılı zamanlarda ise para basılmak üzere daha çok gümüş eşyaların darphaneye gönderildiği yine kaynaklarda verilen bilgiler arasındadır. Ancak mukaddes emanetlerle ilgili eşyalara dokunulmayıp bunların sadece tamir ve ilavelerle korunmasına çalışılmıştır. Saraya ait takı ve değerli eşyaların ise bazen tozlandığı ya da rutubetten zarar gördüğü ve işe yaramadığı (bunlar arasında kılıçlar, hançerler, koşum takımları da vardı) gerekçesi ile fiyatları belirlenerek dışarı satıldığı da olmuştur. Bu işlerle uğraşan Yahudilerin saray içinde ve dışında kuyumculukla ilgili işleri yü rüttüğü, ancak imalat işlerinde çalışmadıkları, imalatta ise daha ziyade Türk, Balkan ülkeleri ve İran'dan gelen kuyumcuların çalıştığı belirtilmektedir. Saraya bağlı kuyumcular ücretleri dışında parça başına da ücret almakta, dışarıda dükkan açabilmekte idi.
Osmanlı kuyum işlerinin başında padişahların saray atölyelerine ve kuyumculara yaptırdıkları en değerli eserler gelmektedir ki bunlar arasında Kâbe'ye gönderilmek üzere yapılanlar, Hırka-i Saâdet için yapılanlar ve padişahların kendileri için yapılanları sayabiliriz.
Padişahların Mekke ve Medine'ye her yıl surre-i hümayun gönderme geleneği, Osmanlı devlet idaresinin önemli bir uygulamasıydı.
Padişah, sadrâzam, valide sultan ve başkadın efendinin ehl-i hireften saray ustalarına yaptırdıkları değerli taşlarla süslü altın şamdan, buhurdan, gülâbdan gibi eşyalar yüz yıllarca Medine'ye bu şekilde gönderilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arabistan'ın İngilizler tarafından Osmanlılardan alınması sebebiyle dönemin Medine muhafızı Fahrettin Türkkan paşa tarafından bu değerli eşyalar İstanbul'a getirilmiş ve enderun hazinesine konulmuştur.
Bosnalı Mehmed Usta
Osmanlı padişah hazinelerinden günümüze kadar gelen eserler, değerli taşlarla süslü altın, yeşim, necef, porselen, tutya ve diğer madenlerden yapılmış olup, bunlar Osmanlı kuyumculuğunun altın kakmacılığını ve taş işçiliğini yansıtmaları bakımından önemlidirler. İmparatorluğun değişik yerlerinden gelen farklı gelenek ve sanat görüşüne sahip ustaların çalışmalarıyla oluşan Osmanlı kuyumculuğu, 16. yüzyıl ortalarına doğru çeşitli etkilerden ayıklanarak üslûp açısından kendine has bir gelişme göstermiştir. 16. yüzyılın son çeyreğinde imparatorluk, çeşitli sanatlarda olduğu gibi kuyumculuk sanatında da en parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemin en önemli sanatçılarından olan Bosnalı Mehmed Usta, Sultan III. Murad döneminde, ehl-i hirefin zergerler bölüğünde 1588'den itibaren kuyumcubaşı olarak görev yapmış, görevini Sultan III. Mehmed (1595-1603) döneminde de sürdürmüş, Sultan I. Ahmed zamanının ilk yıllarına en geç 1606 yılının Ağustos ayına kadar serzergerân olarak çalışmıştır. Onun Topkapı Sarayı hazinesindeki imzalı ve tarihli eserleri arasında, Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, Hırka-i Saadet Sandığı ve Sultan III. Murad tarafından Kâbe içinyaptırılan asma kilit ve anahtar yer almaktadır. Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, mücevherli, yer yer savatlı olup altındandır. Hırka-i Saadet Sandığı, ahşap üzerine altın kaplamadır. Mehmed Usta imzalı Kâbe kilidi ve anahtarı, 16. yüzyılda Osmanlı padişahlarınca yaptırılanların en seçkin örneklerindendir. Saraydaki bu üç önemli esere imza atmış olması, Mehmed Usta'nın saray kuyumcuları arasında özel bir yere sahip olduğunun da kanıtıdır. Altın işçiliğindeki kabartma tekniği ve savatı uygulamasındaki başarısıyla dikkati çeken sanatçının eserlerinde zümrüt ve yakutun yanısıra nadiren elması ölçülü biçimde kullandığı görülmektedir. Mehmed Usta'nın sanatçı olarak önemi, 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı kuyumculuğunu yönlendirici bir rol oynamış olmasıdır.Osmanlı Saray sanatında kuyumculukta kişisel üslûbunu ortaya koyan Mehmed Usta eserlerinde 16. yüzyıl Osmanlı sanatına özgü motifleri, "saz" üslubunun ana teması olan hatayi çiçeği ve yapraklarının üsluplaştırılmış biçimlerini ve rumiyi kullanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme ya da duraklama dönemlerinde saraya bağlı sanatçı sayısı da değişmiş ve özellikle son dönemlerde oldukça azalmıştır. 16. yüzyılda imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde sanatçı sayısı fazla iken, 18. yüzyıl ortalarında zergerân olarak sarayda sadece yedi kişinin çalıştığı kaynaklarda belirtilmektedir. 19. yüzyılda ise bu sayı daha da azalmıştır.
Osmanlı sarayında altın, eşyalarda, genellikle saf olarak değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmıştır. Örneğin sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed'den sonra Balkanlardaki bazı altın ve gümüş madenlerinin, daha sonra da doğudaki gümüş madenlerinin Osmanlıların eline geçmesi, ayrıca İstanbul ve Trabzon gibi kuyumculuk merkezlerinin padişahların emrinde olması bu tür eşyaya olan ilgiyi bazen arttırdıysa da, bazı padişahlar çok sade yaşadıkları gibi mücevher, altın ve gümüş eşyaya iltifat da etmemişlerdir.
Osmanlı kuyumculuğu Kur'an kabı, kılıç, hançer, gürz, gaddare, tüfek, tesbih, bardak, matara, kâse, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak,

Kabe hediyeleri, taht, beşik, örtü, kaftan, at koşu takımı gibi küçük ve büyük boyutlu eşyalar, yani dekoratif eşya ve kullanıma yönelik eşyalardan başka sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, zihgir, halhal, pazıbent, düğme, çaprast, zincir, saat, köstek, kemer, kemer tokası, muska ve hamaylı gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz takı çeşitleri olarak da oldukça güzel eserler ortaya koymuştur.
Kaşıkçı elması

Osmanlı kuyumculuğunun en güzel örnekleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenin zümrütlü hançer, Kaşıkçı elması, Kanuni Sultan Süleyman'a ait fildişi ayna, altın beşik ve bayram tahtı sayılabilir.
Zümrütlü hançer, Sultan I. Mahmud (1730-1754) tarafından İran hükümdarı Nadir Şah'a armağan edilmek üzere yaptırılmıştır. Kabzasının bir yüzünde bulunan etrafını elmasların çevirdiği iri üç zümrüt sebebiyle bu isimle anılmaktadır. Dünyanın en büyük ve en değerli 10 elması arasında yer alan Kaşıkçı elması 86 kratlık olup 1774'te Pigot adlı bir Fransız subayı tarafından Hindistan'ın Madras mihracesinden satın alınmış ve bu yüzden Pigot elması adıyla da tanınmıştır. Daha sonra da Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alınan bu elmas, onun ölümünden sonra Osmanlı hazinesinin malı olmuştur. Kaşıkçı elmasının Osmanlı kuyumculuğu açısından bizi ilgilendiren tarafı, uzmanların, etrafındaki pırlantaların sonradan konulduğu düşüncesinde olmaları, ya Tepe delenli Ali paşa ya da Sultan II. Mahmud tarafından dizdirilmiş olduğu kanısını taşımalarıdır. Kaşıkçı Elması'nı iki sıra çeviren 49 adet pırlanta, ona ayrı bir değer ve güzellik katmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'a ait ayna ise, daire biçimli olup fildişi arkalığının çevresinde sultana övgüler içeren bir yazı yer almaktadır.

Süslü beşik
Türk kuyumculuk ve kakmacılık sanatının en seçkin örneklerinden biri olan altın beşik, Kanuni Sultan Süleyman döneminde adı bilinmeyen bir Osmanlı şehzadesi için yaptırılmıştır. İskeleti ceviz ağacından olan bu beşiğin dış yüzeyi altın yaldızlı sıvama gümüş olup, üzeri elmas, yakut ve zümrütlerle donatılmıştır. Beşiğin iki topuzu, sapı ve bağırdak denilen kundakta kullanılan dokuz adet çubuk da aynı şekilde değerli taşlarla bezelidir. Osmanlı döneminde çoğu kez padişahın doğacak çocuğunun beşik ve örtüsü padişahın annesi tarafından hazırlanırdı. Beşiğin hazırlanması için hazine kethüdasına emir verilir, kethüda değerli taşlar ve sırmalarla süslü beşiği hazırlar, kendisi önde saray memurlarından bir alay arkada olmak üzere "Beşik Alayı" denilen bir törenle bu beşik Eski Saray'dan Yeni Saray'a götürülürdü. Ancak beşiğin bazen sadrâzamlarca da gönderildiği olmuştur. Topka Sarayı'ndaki bu beşiğin vaktiyle Osmanlı sarayında gelenekli bir tören olan "Beşik Alayı" ile saraya getirildiği ve saray hazinesinde korunduğu sanılmaktadır.

Bayram tahtı
Osmanlı saraylarında yapılan büyük törenlerden biri de dini bayramlarda padişahların saray ileri gelenleriyle bayramlaştığı muâyede (bayramlaşma) töreniydi. Fatih Kanunnâmesi'nde bu törenin nasıl yapılacağı belirtilmekte ve "Bayramlarda Meydan-ı Divan'a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur.." denilmektedir. Zamanla bazı değişikliklere uğrasa da bu törende genellikle bayramın birinci günü padişahlara ait bayram tahtı hazineden alınır, Bab'üs-saade önündeki saçaklı sofaya getirilir, yerlere serilen ipek halıların üzerine yerleştirilen bu tahta padişah oturur, bayram tebriklerini kabul eder, tören bitince alayla bayram namazına giderdi. Törenden sonra ise saray başhazinedarı bayram tahtını alarak hazineye koyardı. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Bayram tahtı da vaktiyle bu amaç için kullanılmıştır. Ceviz üzerine altın plakalarla kaplanmış, üzeri değerli taşlarla süslü olan bu taht, Osmanlı kuyumcularının kaplama ve mücevher kakma tekniklerini uyguladığı güzel bir örnektir. Bazı kaynaklarda Sultan III. Murad'a 1585 yılında Vezir İbrahim Paşa'nın al tından, üzeri değerli taşlarla süslü bir Bayram tahtı hediye ettiği belirtilmekle, araştırmacılar bu tahtın o taht olmadığını ileri sürmekte 1760 tarihli bir arşiv belgesinde hazine eşyaları arasında 953 adet zebercedle süslü, altın kaplama bir taht-ı hümayunun varlığının bahsedilmesinden yola çıkarak Hazine Dairesi'ndeki bu tahtı 18. yüzyıla tarihlemektedirler.
Yapıların kubbe ya da tavanın ortasından bir zincirle sarkan genellikle yuvarlak biçimli süs eşyaları olan askıların padişahlar için yapılanlarının en güzel örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunmaktadır. Bunlar padişahların oturdukları tahtın tavanında ya da tahtın bulunduğu salonun veya odanın tavanından aşağı bir zincirle asılırdı. Altından ve üzeri değerli taşlarla süslü bu askıların tabanları püskül şeklindedir.
Kaynak: Aygün Ülgen

7 Haziran 2013 Cuma

Harem ve Mucevherler


Topkapı Sarayı'nın gizemli Harem dairesi, ekim ayına kadar sürecek seminerler ve özel bir turla keşfe açıldı. İlk konu 'Harem ve Mücevherler'di. Sanat tarihçi Gül İrepoğlu, "Haremdeki mücevher eşyalar, kadınlar kadar erkekler için de çok önemliydi," diyor
  • 14.07.2012
SABAH- Modern hayatta artık yalnızca mağazalarda görebildiğimiz yüzük, küpe, bilezikleri mücevher diye değerlendirsek de bir asır öncesine kadar hepsinin farklı anlamları, şifreleri vardı. Osmanlı dönemi boyunca mücevherler, yalnızca kadınlar için birer süslenme aracı değil, erkeklerin de statü sembolüydü. Kullanılan taşları, renkleri, yalnız ustalar değil onu kullananlar hakkında da bilgi veriyordu. Üstelik sadece yüzük, küpe de değil. Yelpazeler, yastık kılıfları, beşikler, ayna, kalem kutuları gibi mücevher eşyalar da çok fazlaydı. Sanat tarihçi Gül İrepoğlu da geçtiğimiz hafta Topkapı Sarayı'nda verdiği 'Harem ve Mücevherler' başlıklı seminerine şu sözlerle başladı: "Mücevherler aslında bize her dönemin ayrıntılı bilgisini verir. 'Nereden gelmiş?' 'Hangi taşlar kullanılmış?' 'Kim kime hediye etmiş?' gibi sorulara verilen cevaplarla sanat tarihine bir de bu açıdan bakabiliriz." Geçtiğimiz hafta salı günü Topkapı Sarayı'nda ilki gerçekleştirilen 'Harem ve Mücevher' başlıklı seminer ve sonrasında Harem'in ziyarete açık bölümlerinin gezilmesiyle sarayın ikinci avlusundaki Has Ahırlar'da gerçekleştirilen 'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu' sergisi turuna katılım oldukça fazlaydı. Ekim ayına kadar sürecek seminerler serisi ve özel kültürel tur, sarayın kapalı olduğu salı günü yapılıyor. Böylece tura katılanlar, müzenin Harem bölümünü ve sergiyi, rehber eşliğinde rahat biçimde dolaşma imkanı buluyor. Bilkent Kültür Girişimi (BKG) ve TAV Havalimanları'nın sponsorluğunda ülkemizde ve dünyada Harem'in hiç bilinmeyen yönlerini yansıtmak amacıyla gerçekleştirilen sergide özellikle 16. yüzyıla ait altın gerdanlık, 18. yüzyıl Saray Hazinesi koleksiyonuna ait zümrüt küpe, 19. yüzyıla ait murassa yelpaze, Sultan II. Mahmut'un kızı Adile Sultan'ın elmas broşu, Hz. Muhammed'in kızı Hz. Fatma'nın Medine'deki sandukasına takılması için hazırlanan elmaslı gelin sorgucu dikkat çekiyor. Peki, Osmanlı İmparatorluğu'nda gündelik hayatta çok fazla yer alan mücevherlerin tarihteki rolü nedir? Topkapı Sarayı'nın hazine dairesinde neler muhafaza ediliyor? Prof. Dr. Gül İrepoğlu, eylül ayında yayımlanacak Osmanlı Saray Mücevheri Üzerinden Tarihi Okumak adlı kitabında konuyu ayrıntılarıyla ele aldığını belirterek, şu bilgileri verdi: "Osmanlı İmparatorluğu, çok büyük bir sentezden oluşur. Sınırlar genişledikçe en önemli ustalar saraya getiriliyor. Onlar da yeteneklerini sergileyerek Osmanlı üslubunu oluşturuyor. Osmanlı hazinesi, İstanbul fethedildikten sonra hep Topkapı Sarayı'nda muhafaza ediliyor. Bu açıdan yağmalanmamış tek İslam hazinesi, Topkapı Sarayı'nın hazinesidir. Harem de zaman içinde değişen bir yapı. Lale devri padişahı olarak bilinen III. Ahmet döneminde haremde yemiş odası, ahşap tavanlı duvarlar, çiçek buketleriyle dolu süslemelerle harem çok zengin renk ve öyküleri olan bir yer. Haremin gerçek öykülerini bilemiyoruz çünkü burası padişahın evi, mahremi. Harem hakkındaki bilgileri arşivlerden, her dönemin tarihçilerinin satır aralarından öğreniyoruz. Ama harem, kapalı bir kutu."

MAHREM MEKANDA NELER VAR?
"Harem gibi mahrem bir mekanda, mücevher eşyalar da çok fazla var. Örneğin mücevher askılarda zümrüt çok fazla kullanılmış. Taşların her birinin de pek çok anlamı var. Taşlar en mükemmel, en simetrik halde kesilmemiş. Taşın doğasına uygun haliyle kullanılmaya dikkat edilmiş. Asıl ustalık, taşları kompozisyona uygun biçimde kullanmak. Oysa Avrupa mücevherleri farklı. Burada bir felsefe farkı var. Osmanlı saray geleneği içinde yazı kutularının önemli bir yeri bulunuyor. Çünkü harem halkına öğretilen yeteneklerden biri güzel yazı sanatı. Bu kutular da yakutlar, zümrütlerle bezeli."

EN ÖNEMLİ KULLANICISI PADİŞAH
"Padişahlara hediye edilen mücevher, süsleme aracı değil, statü sembolü. Örneğin, III. Selim'in inci tespihi gibi. Kadınlar, hizmetkarlar ve şehzadeler de mücevher kullanıyor. Altınlarla bezeli hançer kabzası da padişah mücevherleri arasında yer alıyor. Haremde kahve seremonisi de özel bir yer tutar. Fincanlar, kaşıklar dikkat çekiyor. 19. yüzyıla kadar yemek yerken sadece kaşık kullanılıyor. Çatal bıçak geç dönem işi. Pilav, hoşaf kaşıklarla yeniliyor. Geri kalan yemekler de üç parmakl yeniliyor. Padişaha ait kaşıklar da altın, sedef ve mercandan yapılıyor. Sitil adı verilen kahve örtüsü de Topkapı'da ilk kez sergileniyor. Kahve fincanlarının zarfları da dikkat çekiyor."

ÇİN PORSELENİ SEVİLİYOR
"Osmanlı padişahları, Çin porselenlerini çok seviyor. Özellikle de yemek yerken. Topkapı Sarayı hazinesinde çok önemli bir Çin porseleni takımı var. Osmanlı kuyumcuları, bu takımları mücevherlerle beziyorlar. Haremde yemek içmekle ilgili çok mücevher eşya kullanılıyor. Çin porseleni şerbetlikten yeşim kapaklı maşrapaya kadar birçok örneği görmek mümkün. Özellikle de 16. ve 17. yüzyıllarda yakut, zümrüt ve firuze yan yana kullanılıyor. Kuran ciltlerinde, gülabdallarda firuze kari tekniği kullanılmış. Klasik dönemde ise zevkler değişiyor. Renkli taşların yerini elmas alıyor."

SEMİNERLER SÜRECEK
17 Temmuz'da Dr. Mehmet Kalpaklı 'Bir Kültür Merkezi Olarak Harem', 24 Temmuz'da Doç. Dr. Deniz Esemenli 'Karmaşık Bir Bütünlüğün İfadesi Olarak Harem Mimarisi', 31 Temmuz'da Prof. Dr. Nurhan Atasoy 'İhtişam ve Zarafet: Harem, Giyim- Kuşam', 11 Eylül'de Prof. Dr. Gül İrepoğlu 'Harem ve Mücevher', 18 Eylül'de Doç. Dr. Deniz Esemenli 'Karmaşık Bir Bütünlüğün İfadesi Olarak Harem Mimarisi7, 25 Eylül'de Dr. Mehmet Kalpaklı 'Sarayın Bir Kültür Merkezi Olarak Harem' başlıklı seminerler, Topkapı Sarayı 'nda saat 14.30'da gerçekleştirilecek. Tel: (0212) 451 62 50

AYNALARIN SIRRI
"Aynalar, haremin vazgeçilmez mücevher parçaları arasında. Osmanlı mücevher geleneğinin en karakteristik özelliklerini aynalarda görüyoruz. Ayna yüzeyleri bir cennet bahçesine benzetilerek yapılıyor."


SABAH

Padisah Mucevherleri...Hanedanligin Mucevher Dunyasi

Osmanlı’da mücevher uçsuz bucaksız bir derya... Bu ay da Osmanlı’dan vazgeçmeyelim ve destansı hayatlarıyla tarihimize yön vermiş ecdadımızın, mücevher dünyasında bir yolculuğa çıkalım istedim.

Osmanlı’da mücevher padişah merkezliydi. En önemli ve en fazla sayıda mücevher, padişahlar için özenle üretilmekteydi. Bunların bir kısmı, padişahlar tarafından bizzat kullanıldığı gibi, kayda değer bir kısmı da çeşitli vesilelerle hediye edilirdi. Osmanlı Hanedanı’nın hediyeleşme kültürü her daim ilgimi çekmiştir. Padişahlar, çevresindekileri çoğu zaman birşeylere teşvik etmek veya onurlandırmak, ödüllendirmek için hediyeler verirlerdi. Hediyelerin şıklığı, güzel işçiliği ve tabii ki muhteşem taşlarının parlaklığını görünce, insanın o devirlere dönüp, hediyeleşmenin bir parçası olası geliyor...

Kadınlar, genellikle düğün, doğum gibi vesilelerle, kendilerine hediye edilenlerle mücevher sahibi olabiliyorlardı. Kadının statüsüne göre, kullandığı mücevherler de değişkenlik gösteriyordu. Hayır yapmak için mücevherini satan Valide Sultan’lar, zora düştüğünde ailesinin temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan fedakâr anneler içinse, mücevher bir birikim vesilesiydi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…

Her ne kadar merkez padişahlardı desek de, kadınların mücevher gelenekleri o kadar güçlüydü ki, günümüzde bile birçoğumuz farkında olmadan Osmanlı mücevher geleneğini sürdürüyoruz. Halkası tamamlanmadan ortası açık bırakılan, bu sayede her bileğe uyum sağlayan burma altın bilezikler, sıra sıra elmas taşların dizilmesiyle meydana gelen, günümüzde de aynı isimle anılan "akarsu” bilezikler, özellikle elmas severlerin mutlaka bir takımına sahip oldukları "divanhane çivisi” motifli yüzük, kolye ve küpeler… Hatta Osmanlı’da sıkça kullanılan, hilal motifli mücevherler de, gerek klasik gerekse modern mücevher severlerin ilgisini çekmeye devam ediyor.

Mücevher günümüzde de olduğu gibi; padişahlar tarafından bazı mesajları vermek ve bir anlamda kendilerini ifade etmek amacıyla kullanılırdı. Padişahlar, özellikle gücü sembolize etmek, dosta düşmana devletinin gücünü göstermek amacıyla, yükseliş devriyle birlikte ihtişamlı takılar takmaya başladılar. Gittiğimiz düğünlerde, meraklı gözlerle ‘acaba ne takmışlar’ bakışlarına alışkın hanımlar olarak, sultanların bu bakış açılarını garipseyemeyiz.

İşte bu sırada aklımıza, hepimizin zihninde yer etmiş, muhteşem mücevherlerle bezenmiş padişah sorguçları geliyor. Tam olarak ne zaman kullanıldıklarını bilemesek de, tarihi kayıt ve minyatürlerde Kanuni Sultan Süleyman Han’dan itibaren, sultanların tahta çıkışlarda, savaşlarda ve çeşitli merasimlerde, kıyafetlerini sorguçlarla tamamlamaya başladıklarını görebiliriz. Bazı devlet adamları da, rütbelerini belli etmek amacıyla sorguç takabilirlerdi. Ancak padişah bineceği zaman sorguçla süslenen atlar, saltanatın ihtişamına ihtişam katardı herhalde.

Mücevherin tarzı, kullanım biçimi, kullanılan madenler ve taşlar da, günün siyasi ve ekonomik şartlarına göre farklılık gösteriyordu. Dönemin kuyumcuları, büyük bir titizlikle farklı kültürleri, gelenek ve görenekleri içinde barındıran Osmanlı sentezini, adeta mücevherlerine yansıtıyordu. İmparatorluk büyüyüp geliştikçe, onlar da farklı madenleri, kıymetli taşları ve üretim tekniklerini mücevherlerine taşıyorlardı. Horasan’dan, Tebriz’den, Rusya’dan ve Balkanlar’dan renk renk Osmanlı dokusu, mücevherde kendini gösteriyordu.

Osmanlı’nın zirvede olduğu günlerde, iri taşlar ve gösterişli takılar öne çıktığı gibi, imparatorluğun yavaş yavaş çöküşe gittiği ve Batı etkisinin her alanda kendini gösterdiği 18. yy’dan itibaren, takılar da siyasete paralel olarak değişiklik gösteriyordu.

Osmanlı mücevherinin bu denli gelişmesinde, padişahların kuyumculuk sanatına verdikleri desteğe de vurgu yapmakta fayda vardır. Evliya Çelebi, hem Yavuz Sultan Selim’in hem de Kanuni Sultan Süleyman’ın kuyumculuk eğitimi aldıklarını nakletmiştir. Bir nevi "sultan sanatı” olarak görülen kuyumculuğun, diğer tüm sanat dallarının da zirvede olduğu, 16. yy’da en kıymetli başyapıtlarını üretmiş olmasının tesadüf olmadığını gösterir. Bu dönemlerde artık mücevher Osmanlı geleneğinin önemli bir parçası haline gelmişti.

Osmanlı’nın kültürel zenginliği, münferit mücevher parçalarına yansıdığı gibi, takıların kombinlenmesinde de kendini gösterirdi. Aynı dönemde Avrupa da mücevherleri kombinlerken, mutlaka aynı motifin tekrarlanmasını sağlamak geleneği hakimken, Osmanlı’da farklı motiflere sahip takıların birbirleriyle uyumlu olacak şekilde bir arada takılmaları uygundu.

Yapımı haftalar hatta bazen aylar süren, kullananların anılarını taşıyan bu kıymetli takılardan günümüze çok azının ulaşabilmesinin de hüzünlü bir nedeni var. Bir kısmı; günün değişen modasına uyabilmek hevesiyle, zaman içinde farklı takılara dönüşmüşse de, birçoğu ekonomik şartlar ağırlaştıkça, çeşitli ihtiyaçları karşılayabilmek için elden çıkartılmak zorunda kalmıştır. Hanedanın son üyelerinin, yurt dışında sürgün yıllarında hayatta kalabilmek için, bir anlamda tüm toplumumuzun ve İslam âleminin kültür hazinesi olan mücevherlerini satmak zorunda kalması son derece üzücüdür. Bu mücevherlere her bakışımda, şu an hayatta olmayan son Osmanlı Hanedanı’na mensup kıymetli bir büyüğümüzle yaptığımız bir sohbette; "Anılarımızı satarak hayatta kalmaya çalışıyoruz,” sözünü hatırlarım ve içim burkulur. Yüzyıllar süren ihtişam, kıymetli ellerden çıkarmaktadır… Kim bilir kaç parça ata yadigârı mücevherin yolculuğundaki bu son nokta, hüzünlü olsa da, iyi ki bu yolculuğa çıkmışız. Bu eserleri görmüş, onlara ve dolayısıyla kendi şanlı tarihimize vakıf olabilmişiz.

Aysha Dergi

Osmanli Saray Mucevherleri

Osmanlı Saray Mücevherleri


İmparatorluğun ihtişamı mücevherler...




Mimar, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu 'Osmanlı Saray Mücevheri' adlı yeni kitabında mücevher üzerinden tarihi okuyor


Osmanlı saray mücevherlerinin en parlak örneklerinin yer aldığı kitapta padişahlar, sultanlar ve diğer saray erkanının mücevher ve değerli taşlarla ilişkisi anlatılıyor...
- Osmanlı sultanlarının gerek kullanılan eşyada gerekse giyim kuşamda ve takıda gösteriş aramadığı açıktır, zaten yaşam tarzı buna olanak vermez. Elde kılıçla geçen, temel kaygının süslenmek değil, varlığını güçlendirerek sürdürmek, yayılmak olduğu günlerde mücevher öncelik taşımaz. Ta ki 1453’te İstanbul’un fethine yani imparatorluk olmanın hakkını verme isteğine kadar...
- 16. yüzyılda mücevher törenlerin, saray ihtişamının vazgeçilmezi olur. Bu durum Osmanlı kuyumculuğunun parlak bir sanat dalı olarak gelişmesini sağlar. Hazineye ganimet ya da Doğu’dan ve Batı’dan armağan olarak giren mücevherler, Avrupa’dan ithal edilenler ve İstanbul’da yaşayan Avrupalı kuyumcuların yapıtları da ‘Osmanlı mücevheri’ kavramını zenginleştirir.
- Sarayburnu’ndaki eski Toplu Kapı’dan dolayı 200 yıldır Topkapı Sarayı adıyla anılan imparatorluk sarayı Fatih Sultan tarafından 1478’de yaptırıldığından beri Osmanlı hazinesinin saklandığı yer olmuştur.
- Padişahın vefatında, hayattayken satın aldığı, yani devlete ait olmayan mücevherheratın defteri yapılır. İki zabıt tutulur; biri, bütün bu değerli mal varlığıyla birlikte demir sandığa konularak mühürlenir ve hazine odasına yerleştirilir. Yavuz Sultan Selim’e ait siyah taşlı altın mühürle Enderun Hazinesi’nin dış kapısını mühürler. Bu mühürün kullanılması Sultan Selim’in vasiyetidir ve bu vasiyet hep yerine getirilmiştir.
- Kuyumculuk padişahlar tarafından sevilmiş ve desteklenmiş, en saygın meslekler arasında yer almıştır. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman şehzadelik zamanlarında kuyumculuk eğitimi almıştır.
- Saraya mücevher satışları Yahudi kadınlar tarafından yapılır. Haremden çıkarak alışveriş yapmanın zorluğu karşısında bu çözüm bulunur. ‘Kira Kadın’ larak tanımlanan bohçacı- tüccar kadınlar valide sultanların diplomatik ilişkilerinde de aracılık etmiştir. Yahudiler çarşıdaki taş ve hammadde ticaretinin de önemli bir parçasıdırlar.
- Sultan kızları evlenirken verilen çeyizin içinde mücevher önemli bir yer tutardı. Çeyizdeki değerli mücevher takı ve eşyalar, masalarda gümüş tepsiler üzerine kırmızı kadife yayılarak mahfazalarıyla birlikte annesi kadınefendinin dairesinin yakınında, önce padişahın, sonra padişahın eşlerinin, sonra da tüm saray halkının görebilmesi için sergilenir, ertesi gün çiftin oturacağı yalıya törenle taşınırdı.
- Sarayda mücevher yalnızca beğenilen bir süslenme unsuru ya da ödüllendirme göstergesi değil, gereğinde geri alınarak ve başkalarına dağıtılarak konum belirleyen bir malzemedir.
- Evliya Çelebi’ye göre firuze (turkuaz) İran Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal Bedehşam’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır ve Sivrihisar’dan, inci ve akik Yemen’den getirilmektedir.
- Sultan II. Murad’a sunulan bir cevhernamede taşların faydaları anlatılır: Macun haline getirilmiş inci kuvvet verir, ‘sevdayı giderir’, baş ağrısına iyi gelir. Yakut basur ağrısını, üzüntüyü giderir, bedene kuvvet verir, cinsel gücü artırır, takanı halk gözünde heybetli ve şirin gösterir. Zümrüt taşıyan kötü rüya görmez, sarası iyileşir. Elmas yıldırımdan korur, idrar yollarını temizler. Lal kötü rüyalara karşıdır, firuzeye bakmak uğur getirir, düşmanları yenmeye yardımcı olur. Yeşim cin ve şeytan hilesinden korur.
(30.09.2012 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır)

Hanedan’in Mucevherleri

İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Sayın Doç. Arzu Terzi’nin bir kitabı çıktı. “Saray Mücevher İktidar” Osmanlı saray mücevherlerinin gizemli serüvenlerinin anlatıldığı kitap mâzide kalmış enteresan olaylara kapı açıyor.  Bizde bu kitaptan genel bir yazı derledik.  İlgilenenler kitabı alıp(1) tamamını inceleyebilirler.
İnsanlık tarihi boyunca mücevherler daima gücün ve asaletin sembolü olmuşlar, insanlar da bu cevhere sahip olabilmek adına tarih boyunca türlü mücadeleler sergilemişlerdir. İşte bu mücadelelerden birinin Osmanlı sarayında meydana geldiğini müşahede etmekteyiz.
XVII. asırdan itibaren içte meydana gelen ayaklanmalar, kaybedilen savaşlar devletin kazanım hanelerine yazılmamış, bilakis devleti mâlî, siyâsî, idârî bakımdan sıkıntılara sokmuştur. İyi mahsul alınamayan seneler ve artık sanayileşen Avrupa karşısında devlet bunalım geçirmeye başlamıştır. Tanzimat asrında devlet ilk defa dış borçlanmaya gitmiş, akabinde borçlanmalar artmış ve artık ödenemez duruma gelmiştir. Bu kısa panorama devlet hazinesinin durumu hakkında bize umumi bir izahat vermektedir.
İç ve dış borçlar böyle bir durumdayken iktidarda olanların elinde sıcak para yekûnunun olması beklenemez. O takdirde paranın yerini, gücün sembolleri arasında yer alan ve dönemin tahvilleri ve hisse senetlerinden çok daha kıymetli olan mücevherler alacaktır. Mücevher Osmanlı’da geniş bir anlama sahiptir. Mücevher Osmanlı’da saray hanımlarının taktıkları taç, gerdanlık, inci, tepelik, broş, bilezik, kemer tokası gibi takılardan başka; el aynası, yelpâze, mühür kesesi, yazı takımları, yemek takımları, sineklik, çok değerli taşlarla süslenmiş fincan zarflarına kadar uzayan bir silsileyi ifade eder.
Mücevherlerin serüveni Abdülmecid’in vefâtı ve Abdülaziz’in cülusu ile veliahd ilan edilen Murad Efendi’nin aşırı borçlanması ile başlar. Malum olduğu üzere hanedan üyelerine Hazine-i Hassa’dan bir tahsisat bağlanır ve maaşları buradan ödenirdi. Devletin mali durumunun müsbet olmaması neticesinde bu maaşlar zamanında ödenememekteydi.
Bu durum hanedan üyelerini borçlanmaya sevk etmiştir. Murat Efendi başta olmak üzere hanedan üyesi birçok kişi Galata bankerlerinden borç para almışlardır. Bu bankerlerin başında Hristaki Zografos namında Osmanlı tebaası bir Rum vardır. Hristaki Efendi Murat Efendi’nin ve validesi Şevki-Efsâr hanımın hususi sarrafıdır.
Sarraf (Tefeci) Hristaki Zografos
Bu vesileyle Murad’ın borçlarının birçoğu Hristaki’yedir. Hristaki de müstakbel sultana borç vererek geleceğe yatırım yapmıştır. Veliahd Murad’ın borçlarının yekûnu 211.350 liradır. Murad Efendi’nin aylık gelirinin yaklaşık 1.190 Osmanlı lirası olduğu düşünüldüğünde aradaki uçurum hemen fark edilmektedir. Bu maaş, zamanı içinde de azımsanacak bir rakam değildir ve normal şartlarda şehzade Murad’a kâfi gelecek bir maaştır. Yani hazine maaşları zamanında ödemiş olsa dahi Murad Efendi borçlanacaktır.
Sultan Abdülaziz hal’ edilip Topkapı Sarayı’na götürülürken Saray’da tam bir mücevher yağması meydana gelmiştir. 1622’de Osmanlı Sarayı’ndaki İngiliz Büyükelçisi Sir Thomas Roe, Osmanlı tarihinde ilk kez halkın padişahı tahttan indirmesi olayını anlatırken, asilerin yeni sultana kılıç kuşandırmak için saraya girmeden önce “kendi evleri ve namusları olarak gördükleri saltanat makamını yağmalamamak üzere hep birlikte and içtiklerini” söylemektedir. Ancak elçinin naklettiği hassasiyetin bu dönemde maalesef kaybedildiğini görmekteyiz. Ne hazindir ki Sultan Abdülaziz saraydan çıkarılırken önce askerler tarafından saray yağma edilmiş, ancak bu durum darbe paşalarınca hemen örtbas edilmiştir. Ardındansa asıl acı olan Sultan Murad’ın annesi ve Murad’ın tahta çıkışıyla Mabeyn Müşiri olan Damat Nuri Paşa tarafından hanedana ait mücevher ve değerli eşyaların talan edilmesidir.
Osmanlı Arması Kompozisyonlu Broş
Yapılan ihtilal esnasında Abdülaziz’in mal varlığı dışında padişahın annesi, eşleri ve bütün harem halkının mücevherleri ve kıymetli eşyalarına el konulmuştur. Bu kıymetli eşya ve mücevherat Abdülaziz’in hareminin kişisel mallarıdır yani saltanat makamına ait mallar değildir. Abdülaziz’in hal edilmesinden sonra annesi, hanımları ve bir kısım bendegânıyla birlikte Topkapı Sarayı’na götürülürken yanlarına para, mücevher ve değerli eşyalarını almalarına izin verilmemişti. Abdülaziz Topkapı Sarayı’ndan Feriye Sarayı’na götürülürken de harem halkının, gayet alçaltıcı bir şekilde teker teker üst baş aramasıyla kontrolden geçirildiği söylenir.
Nitekim Ortaköy’e nakledildikleri gün annesiyle diğer aile efradının ve cariyelerinin üzerlerinde kalan mücevherlerle altın ve gümüş eşyalar çekilip alınmıştır. Hatta bu sırada Abdülaziz’in üçüncü hanımı rütbesinde bulunan Meşveret Kadınefendi subayların hakaretine uğramış, mücevher sakladığı düşünülerek örtündüğü şal zorla çekilip alınmış ve açık saçık bir halde ortada kalan ve zaten hasta olan kadınefendinin bu hakaretlerden sonra hastalığı artmış, Abdülaziz’in ölümünden hemen sonra vefat etmiştir.
Mir’ât-ı Şunûât’da Mehmed Memduh Efendi Dolmabahçe’de bulunan cariyelerinin saradan çıkarılıp kayıklara bindirilirken mücevher alıp götürmemeleri için bazı zabitlerin pek çirkin ve yüz kızartacak şekilde üzerlerinde mücevher araması yaptıklarını belirtmektedir. S.81
Sultan Abdülaziz haremine ait mücevher yağması daha ziyade yeni Valide Sultan Şevki-Efsâr tarafından gerçekleştirilmiştir. Valide Sultan’dan kurtarılabilen mücevherler ise ihtilalci paşalar tarafından kurulan bir komisyonca kayıt altına alınmış, bunların halkın parasıyla alındığı, dolayısıyla halk için harcanması gerektiğine karar verilmiştir. Ancak kısa bir süre içinde halkın malı olduğu söylenen bu mücevherlerin büyük bir kısmı, çoğu Sultan V. Murad’ın veliahdlik zamanına ait olan kişisel borçları karşılığında Hristaki Efendi’ye rehine verilmiştir.
Sultan Hamid
Baştan beri Genç Osmanlılar’ı ve ihtilalcileri destekleyen Hristaki, aynı zamanda V. Murad’ın ve annesinin özel bankeriydi. Hristaki sürekli olarak Murad Efendi’ye borç veren, vaktinden önce efendi ve annesinin maaşlarını ödeyen, tabii bunlara yüksek faiz işleten bir veliahd finansörüdür. Hristaki’nin padişahın tahta çıkması ve akli dengesini yitirmesi üzerine hemen ihtilalci paşalar, Valide Sultan ve Nuri Paşa ile anlaşarak çoğu Abdülaziz haremine ait mücevherleri rehin almış, kısa bir zaman sonra da bir daha geri gelmemek üzere Paris’e gitmiştir.
V. Murad’ın akli dengesinin bozulduğu günlerde bunun halk içinde de duyulması ve huzursuzluklara sebebiyet vermesi sonucunda darbeci paşalar istemeyerek de olsa Şehzade Abdülhamid’i padişah ilan etmek durumunda kalmışlardı. II. Abdülhamid tahta geçtikten kısa bir süre sonra V. Murad’ın borçlarını ele alır ve rehin verilen kıymetli mücevherlerin geri alınmasına dair dava açılması için harekete geçer ve araştırma başlatır.
Her ne pahasına olursa olsun mücevherlerin Hristaki’den alınması gerekmektedir, zira hem maddî hem de manevî böylesine mühim emtianın darbecileri desteklemiş olan Hristaki’nin elinde bulunması tehlike arz etmektedir. Abdülhamid Kanun-i esâsi kapsamında yapacağı bu teşebbüsü V.Murad’ın borçlarının ödenerek şerefinin kurtarılması ve Abdülaziz hanedanının mağduriyetinin giderilmesi şeklinde bir gayeye bağlar ve Hristaki ile bir dizi görüşme yapılır. Neticesinde mücevherlerin büyük kısmını Abdülhamid geri alır. Ancak bu sefer de padişahlık makamına ait çiftlikât-ı hümayunlar Hristaki’ye bırakılır. Bu belli bir yıl için yapılan satıştır. Bu müddet sonunda bu çiftlikler geri alınacaktır. Sadece bu müddet için bu çiftliklerin gelirleri Hristaki’ye tahsis edilmiştir. Böylece mücevherler kurtarılmış ve V. Murad’ın borçlarının ödenmesi için bir ödeme planı yapılmış olur.
"Hareket Ordusu Efradının Makriköy Üzerine Yürüyüşü"
Sultan II. Abdülhamid 31 Mart Vak’ası’ndan sonra 27 Nisan 1909 tarihinde tahttan indirilmesiyle birlikte Osmanlı haremi ikinci bir mücevher yağmasıyla karşılaşır. Bu sefer talancılar, valide sultan işbirlikçileri ve ihtilalci paşalar değildir. 31 Mart Harekâtı’na katılmış birçoğu gayr-ı müslimlerden oluşan çapulcu takımı ve askeri grupların katılımıyla Yıldız Sarayı’nda büyük bir yağma yaşanır. Bu, tıpkı bir zamanlar Sultan Aziz’e olduğu gibi II. Abdülhamid’den intikam alma gayretidir. Yağmadan arta kalanlar ise İttihad ve Terakki’ce yurtdışında müzayedeye çıkarılır ve orada satılır. Parası Donanma Cemiyeti’ne verilir. Yani bir zamanlar Sultan II. Abdülhamid’in Paris’ten getirtip rehinden kurtardığı Osmanlı hanedan mücevherleri, bu sefer yine Paris’te, müzayede çıkarılacak ve yeni iktidar tarafından satılacaktır.
Ömer Faruk CAN
Tarih ve Medeniyet ORG

Osmanli'da Kuyumculuk Teskilatı :Ehl-i hiref sanatkârlar zumresi



Kuyumcular Osmanlı sarayında ehl-i hiref denilen sanatkârlar zümresi olarak anılıyordu.  Ehl-i hiref’in el sanatlarıyla uğraşan kimseler anlamına gelen bir kelimeydi.
Ehl-i hiref teşkilatı saraya devşirme olarak verilen acemilerden oluşur; acemi devşirmeler kuyumculuk ustalarının yanlarında yeteneklerine göre yetiştirilirdi. Ehl-i hiref teşkilatına alınan devşirmeler sanatında ilerledikçe becerisine göre gündeliği arttırılır, giderek kalfa ve usta olurdu.
Ehl-i hiref teşkilatı Topkapı Sarayı'nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. Âmirlerine kuyumcu başı denirdi.
Osmanlı devletinde ehli hiref teşkilatını kurulmasında Balkanlardan ve İran’dan getirtilen kuyumcu ustaları sayesinde olmuştur.  Sarayın ilk ustalarının İran mücevher geleneğinden yetişen İranlı ustaların olduğu sanılmaktadır. İlk Türk mücevher ustalarının yetişmesinden sonra geç dönemlerde Ermeni ustaların da saraya girdikleri Osmanlı Mücevher geleneğine kakma, çalma, oyma, savat, telkari, hasır, mıhlama gibi teknikleri yerleştirdikleri zannedilmektedir.

Ehl-i hiref teşkilâtında kuyumculukla uğraşan pek çok ustanın ve çeşitli bölüklerin yer aldığı belgelerden anlaşılmaktadır ki, bunların başında altın işçiliği yapan "Zergerân" bölüğü gelmektedir. Yeşim, necef ve maden eserler üzerine altın kakmacılığı yapanlara "zernişâni", taş yontucu ve işlemecilere "hakkâkân", taşa foya yapanlarra ise " foyager" denilmekteydi. Saray kuyumculuğu ile ilgili bazı bilgileri mevâcip (maaş), masraf ve in'am defterlerinden edinmekteyiz” ( Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php? )

Ehl-i hiref teşkilâtının kuruluşunun Fatih zamanında gerçekleştiği sanılmaktadır. Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan hazine koğuşunun amiri, hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedar başı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. O, sarayda hizmet gören ve sayıları 2000 kadar olan saray sanatkârlarının başı olduğu gibi, enderun hazinesi ve saraya ait mücevherler ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.  Serhâzin-i enderun denilen hazinedârbaşı, ehl-i hirefe karışır, maaşlarını dağıtırdı. Kuyumcubaşı saray kuyumcularına nezaret eder ve onları yetiştirirlerdi. Kuyumcu başının bir başka görevi de saray için alınacak mücevherlerin değerlerini, yabancı ülkelere yollanacak mücevherlerin kıymetini vb tespit etmekti. (Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php?haber )
Hazine-i Amire (hazine-i hümayun)'nin Yavuz Sultan Selim (1512- 1520) zamanında dolup taştığı ve bu yüzden de İmparatorluğun genişlemesine parelel olarak genişlediği görülür.  Yavuz döneminde,  Osmanlı hazine teşkilatının Dış Hazine, Silahtar Hazinesi, Raht Hazinesi, Harem Hazinesi, Muhallefat Hazinesi ve İfraz Hazinesi olarak çeşitli birimler halinde gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. (Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_)
Osmanlı kuyumculuk sanatının ve ehli hiref teşkilatının gelişmesinde çok önemli katkıları olan Yavuz ve Oğlu Kanuni de    yetişme çağlarında kuyumculuk öğrenmiş  mücevher ve takı ustası olmuşlardır.  
Osmanlıların altınla birlikte kullanılan taşları ve mücevherleri çeşitli yerlerden getirttikleri bilinmektedir. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiştir. ( http://www.definegizemi.com/sanat-tarihi/mucevher-taki/padisahlar.htm ) 
Osmanlı kuyumculuğu, İmparatorluğun yayıldığı geniş coğrafyanın birikimlerini de kazanarak geniş bir kuyumculuk kültürüne sahip olmuştu. Mücevher ve mücevhercilik İstanbul’un dışında Trabzon, Samsun, Sivas, Van, Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Bitlis, Kula, Eskişehir, Diyarbakır, Mardin, Midyat, Şam, Halep, Kıbrıs, Prizren gibi yerlerde de farklı madenler işleyerek,  farklı mücevhercilik alanları geliştirerek, farklı tekniklerle altın gümüş ve taş işçiliği yapılmıştır. 
turkislam02mo7 Osmanlıda Maden Sanatı | Osmanlının Sanat Okulu Ehli Hiref   Fetihlerle Gelişen Sanat   Madendeki Cevher   buyuk osmanli imparatorlugu
Osmanlı kuyumcularının ürettikleri ürünler arasında küçük ve büyük boyutlu dekoratif eşya, takı ve kullanıma yönelik sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası, Kur'an kabı, kılıç, hançer, gürz, gaddare, tüfek, tesbih, bardak, matara, kâse, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak, Kabe hediyeleri, taht, beşik, örtü, kaftan, at koşu takımı, enselik, saç bağı, iğne, çelenk, zihgir, çaprast, silah dipçiği, kabze, kitap kabı, kitap süsleme, tezhip,  zincir, saat, köstek, muska ve hamaylı gibi takı çeşitleri olarak oldukça güzel eserler vardır.
Osmanlı takılarının en önemli özelliği, İmparatorluğun çoğulcu yapısını yansıtan çeşitliliğiydi Çok değişik parçaların yan yana kullanılması bir yana farklı tarza sahip, karşıt renklerin de büyük bir uyumla kullanıldığı takılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun özgünlüğünü yaratıyordu
Osmanlı kuyumcusu, bir nakkaş gibi ince çalışarak, tasarımını taşın biçimine az müdahale yapmaya, tasarımını taşın biçimine uydurmaya özen göstererek, bir imparatorluk sentezi olan Osmanlı ruhunu yansıtan, natüralist ağırlıklı yapıtlar vermiştir (Dilek Tihan, Osmanlıda mücevher tarihi,.xing.com/net/svsg/kultur-sanatla-ilgili-yazılar-338875/ )
Osmanlı kuyumculuğunun en güzel örnekleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenin zümrütlü hançer, Kaşıkçı elması, Kanuni Sultan Süleyman'a ait fildişi ayna, altın beşik, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç , Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, ve bayram tahtı sayılabilir.

KAYNAKÇA 
  • Aygün Ülgen, Osmanlı'da Mücevher Tarihi, steps365.com/haber_detay.php? 
  • Dilek Tihan, Osmanlıda mücevher tarihi,.xing.com/net/svsg/kultur-sanatla-ilgili-yazılar-338875
  • http://www.definegizemi.com/sanat-tarihi/mucevher-taki/padisahlar.htm

Osmanli'da Kuyumculuk



OSMANLI DA KUYUMCULUK
Osmanlı sarayında çeşitli hizmet erbabı sınıflar mevcut olup bunlardan biri de ehl-i hiref denilen sanatkarlar zümresiydi. El sanatlarıyla uğraşan kimseler demek olan ehl-i hiref, devşirme zamanında saraya verilen acemilerden oluşur; hizmete alınanlar, ustaların ellerinde yeteneklerine göre yetiştirilirlerdi. Bir kimse hizmete alındığından itibaren çok az gündelik alır, sanatında ilerledikçe becerisine göre gündeliği arttırılır, giderek kalfa ve usta olurdu. Bunlar arasında yer alan kuyumcular Topkapı Sarayı'nın Orta Kapısı ile Akağalar kapısı arasında kalan Bîrun denilen bölümde yaşamaktaydılar. Âmirlerine kuyumcu başı denirdi. Kuyumcular, devşirmelerin kabiliyetlilerinden yetiştirilirdi. Kuyumcubaşı bunlar arasından yetişme olmayıp, saray dışındaki kuyumcu esnafının usta, ihtiyar ve mutemetlerinden tayin olunurdu. Bunlar saray kuyumcularına nezaret ederler ve onları yetiştirirlerdi. Saray için alınacak mücevherler ile yabancı hükümdarla ra hediye olarak yaptırılan mücevherler kuyumcubaşı tarafından muayene edilir ve kıymetleri belirlenirdi.

İkibin sanatkâr
Ehl-i hiref teşkilâtında kuyumculukla uğraşan pek çok ustanın ve çeşitli bölüklerin yer aldığı belgelerden anlaşılmaktadır ki, bunların başında altın işçiliği yapan "Zergerân" bölüğü gelmektedir. Yeşim, necef ve maden eserler üzerine altın kakmacılığı yapanlara "zernişâni", taş yontucu ve işlemecilere "hakkâkân", taşa foya yapanlarra ise " foyager" denilmekteydi. Saray kuyumculuğu ile ilgili bazı bilgileri mevâcip (maaş), masraf ve in'am defterlerinden edinmekteyiz. Günümüze gelen en erken tarihli ehl-i hiref mevâcip defterleri Kanuni Sultan Süleyman dönemine aittir. Mart 1526 tarihli "ehl-i hiref mevâcip teftiş defteri"nde, saray sanatçılarının adları, nereli oldukları bazen de uzmanlık dalları belirtilmiş olup, 1526'da bunların sayılarının 58 zerger, 22 zernişâni, 9 hakkâk ve 1 foyager oldukları anlaşılmaktadır. Zerger, hakkâk ve zernişanların çoğunluğunu Tebrizli ve Bosnalıların oluşturduğunu; usta ve çırakların arasında ise Arnavut, Rus, Gürcü, Akkermanlı, Üsküplü, Çerkez ve Herseklinin bulunduğunu yine bu defterden öğrenmekteyiz.
Topkapı Sarayı'nda Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan hazine koğuşunun amiri, hazinedarbaşı ve hazine kethüdası idi. Hazinedarbaşı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. O, sarayda hizmet gören ve sayıları 2000 kadar olan saray sanatkârlarının başı olduğu gibi, enderun hazinesi ve saraya ait mücevherler ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.
Serhâzin-i enderun denilen hazinedârbaşı, ehl-i hirefe karışır, maaşlarını dağıtırdı. Hazine koğuşundaki içoğlanların koruduğu enderun hazinesi binası, dört geniş salondan oluşmaktaydı. Burada çeşitli cins nakit ile kıymetli taşlarla süslü altın ve gümüş kap kacak, mücevher, elmas ile yapılmış eşyalar, kürkler, şallar, değerli kumaşlar, halılar, mücevherli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı ve altın düğmeli seraser, kapaniçeler ve başka eşyalar mevcuttu.
Yavuz'un mührü
Hazine kethüdası da hazine koğuşu ile hazine-i hümayunun (iç hazine) amiri idi. Kendisinin görev değişikliği olduğunda bütün hazineyi bir başkasına en ince ayrıntısına kadar sayarak devir teslim etmek zorundaydı. Bu durum 1680'de hazine kethüdası iken vezir olan MermerMehmed Paşa'nın, ölümünden sonra bıraktığı şeyler arasında saraya ait mücevherler ile kıymetli bazı eşyaların bulunmasından sonra sıkı bir şekilde uygulanmıştı. Hazine kethüdası olanların elinde, Yavuz Sultan Selim'in vasiyeti üzerine enderun hazinesinin dış kapısına basılan kırmızı akikten yapılmış bır mühür bulunmakta idi. Yavuz'un "Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa, hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun" şeklindeki vasiyetine son zamanlara kadar uyulduğu belirtilmektedir. Her yeni padişah başa geçtiğinde hazine ziyaret edilir, önce hazine kethüdası anahtarı getirir, Yavuz'un mührü muayene olunur ve onun mührüyle mühürlenmiş kilit ve kapı özel bir törenle açılırdı.
Rikâbiyye
Padişahların zaman zaman enderun hazinesini ziyaret ettikleri, burdaki ambarlar, sandıklar ve dolaplar içinde saklanan eşya , silah ve mücevherden oluşan hazineyi gördükleri bilinmektedir.
Hazine-i Amire (hazine-i hümayun)'nin Yavuz Sultan Selim (1512- 1520) döneminde, Dış Hazine, Silahtar Hazinesi, Raht Hazinesi, Harem Hazinesi, Muhallefat Hazinesi ve İfraz Hazinesi olarak çeşitli birimler halinde gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. Fatih köşkü ( bu günkü hazine dairesi) odalarında bulunan Hazine-i Hümayun'un da kendi bünyesi içinde Bodrum Hazinesi, Elçi Hazinesi ve Ceyb-i Hümayun Hazinesi gibi bölümleri bulunmaktaydı. Hazine-i Hümayun'da elçi armağanları yanında padişaha; sadrâzam, devlet ileri gelenleri ve valide sultan tarafından verilen hediyeler de bulunurdu. Geleneklere göre padişah, hediye almasının yanında, seferde başarı gösteren serdar-ı ekreme, eyalet valileri ve çeşitli görevlerde bulunan devlet ileri gelenleri ile yabancı elçilere de hediyeler verirdi. Verilen bu hediyeler darphane-i hümayunda yeniden yaptırılan değerli eşyalardı. Bu hediyelerle ilgili bilgiler hazine defter kayıtlarından öğrenilmektedir. Meselâ, Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait bazı belgelerde, ehl-i hiref sanatkârlarının adet olduğu üzere Ramazan bayramında padişaha hediyeler verdiği belirtilmektedir. Ayrıca padişaha saray mensuplarının Nevruz (yılbaşı)'da "Nevruziye" denilen kuyum işleri, sadrâzam ve vezirlerin ise "Rikâbiyye" denilen hediyeler verdiğini yine kaynaklar belirtmektedir.
Padişahlar bile
Saray kuyumcuları, harem ve padişahtan gelen siparişlerin yanında bazen de büyük enderun ağalarının siparişi ya da tamir işleriyle uğraşırlardı. Yapılan her iş için ücret, bizzat o işi yapan ustalara ödenirdi.

Osmanlı padişahlarının güzel sanatlara özellikle tezhip, hat, musikî, resim ve ağaç işlerinin yanında kuyum işlerine de duyduğu sevgi ve ilgi öylesine yoğunlaşmıştır ki, bazen bizzat uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Yavuz Sultan Selim'in şehzadeliğinde Trabzon'da kuyumculuğu öğrendiğini ve babası Sultan II. Bayezid adına sikke kazıdığını Evliya Çelebi'den öğrenmekteyiz. Kefe ve Manisa'da sancak beyliğinde bulunan Kanuni'nin ise şehzade iken maiyetinin ve sarayın ihtiyaçlarını karşılayan esnaf takımının arasında bir de zergerin bulunması, onun bu mesleğe verdiği önemi göstermektedir. Osmanlı devletinin refah dönemlerinde, kullanılmayan hazine eşyalarının satıldığı, sıkıntılı zamanlarda ise para basılmak üzere daha çok gümüş eşyaların darphaneye gönderildiği yine kaynaklarda verilen bilgiler arasındadır. Ancak mukaddes emanetlerle ilgili eşyalara dokunulmayıp bunların sadece tamir ve ilavelerle korunmasına çalışılmıştır. Saraya ait takı ve değerli eşyaların ise bazen tozlandığı ya da rutubetten zarar gördüğü ve işe yaramadığı (bunlar arasında kılıçlar, hançerler, koşum takımları da vardı) gerekçesi ile fiyatları belirlenerek dışarı satıldığı da olmuştur. Bu işlerle uğraşan Yahudilerin saray içinde ve dışında kuyumculukla ilgili işleri yü rüttüğü, ancak imalat işlerinde çalışmadıkları, imalatta ise daha ziyade Türk, Balkan ülkeleri ve İran'dan gelen kuyumcuların çalıştığı belirtilmektedir. Saraya bağlı kuyumcular ücretleri dışında parça başına da ücret almakta, dışarıda dükkan açabilmekte idi.
Osmanlı kuyum işlerinin başında padişahların saray atölyelerine ve kuyumculara yaptırdıkları en değerli eserler gelmektedir ki bunlar arasında Kâbe'ye gönderilmek üzere yapılanlar, Hırka-i Saâdet için yapılanlar ve padişahların kendileri için yapılanları sayabiliriz.
Padişahların Mekke ve Medine'ye her yıl surre-i hümayun gönderme geleneği, Osmanlı devlet idaresinin önemli bir uygulamasıydı.
Padişah, sadrâzam, valide sultan ve başkadın efendinin ehl-i hireften saray ustalarına yaptırdıkları değerli taşlarla süslü altın şamdan, buhurdan, gülâbdan gibi eşyalar yüz yıllarca Medine'ye bu şekilde gönderilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arabistan'ın İngilizler tarafından Osmanlılardan alınması sebebiyle dönemin Medine muhafızı Fahrettin Türkkan paşa tarafından bu değerli eşyalar İstanbul'a getirilmiş ve enderun hazinesine konulmuştur.
Bosnalı Mehmed Usta
Osmanlı padişah hazinelerinden günümüze kadar gelen eserler, değerli taşlarla süslü altın, yeşim, necef, porselen, tutya ve diğer madenlerden yapılmış olup, bunlar Osmanlı kuyumculuğunun altın kakmacılığını ve taş işçiliğini yansıtmaları bakımından önemlidirler. İmparatorluğun değişik yerlerinden gelen farklı gelenek ve sanat görüşüne sahip ustaların çalışmalarıyla oluşan Osmanlı kuyumculuğu, 16. yüzyıl ortalarına doğru çeşitli etkilerden ayıklanarak üslûp açısından kendine has bir gelişme göstermiştir. 16. yüzyılın son çeyreğinde imparatorluk, çeşitli sanatlarda olduğu gibi kuyumculuk sanatında da en parlak dönemini yaşamıştır. Bu dönemin en önemli sanatçılarından olan Bosnalı Mehmed Usta, Sultan III. Murad döneminde, ehl-i hirefin zergerler bölüğünde 1588'den itibaren kuyumcubaşı olarak görev yapmış, görevini Sultan III. Mehmed (1595-1603) döneminde de sürdürmüş, Sultan I. Ahmed zamanının ilk yıllarına en geç 1606 yılının Ağustos ayına kadar serzergerân olarak çalışmıştır. Onun Topkapı Sarayı hazinesindeki imzalı ve tarihli eserleri arasında, Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, Hırka-i Saadet Sandığı ve Sultan III. Murad tarafından Kâbe içinyaptırılan asma kilit ve anahtar yer almaktadır. Sultan III. Murad Divanı'nın kabı, mücevherli, yer yer savatlı olup altındandır. Hırka-i Saadet Sandığı, ahşap üzerine altın kaplamadır. Mehmed Usta imzalı Kâbe kilidi ve anahtarı, 16. yüzyılda Osmanlı padişahlarınca yaptırılanların en seçkin örneklerindendir. Saraydaki bu üç önemli esere imza atmış olması, Mehmed Usta'nın saray kuyumcuları arasında özel bir yere sahip olduğunun da kanıtıdır. Altın işçiliğindeki kabartma tekniği ve savatı uygulamasındaki başarısıyla dikkati çeken sanatçının eserlerinde zümrüt ve yakutun yanısıra nadiren elması ölçülü biçimde kullandığı görülmektedir. Mehmed Usta'nın sanatçı olarak önemi, 16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı kuyumculuğunu yönlendirici bir rol oynamış olmasıdır.Osmanlı Saray sanatında kuyumculukta kişisel üslûbunu ortaya koyan Mehmed Usta eserlerinde 16. yüzyıl Osmanlı sanatına özgü motifleri, "saz" üslubunun ana teması olan hatayi çiçeği ve yapraklarının üsluplaştırılmış biçimlerini ve rumiyi kullanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme ya da duraklama dönemlerinde saraya bağlı sanatçı sayısı da değişmiş ve özellikle son dönemlerde oldukça azalmıştır. 16. yüzyılda imparatorluğun en güçlü olduğu dönemde sanatçı sayısı fazla iken, 18. yüzyıl ortalarında zergerân olarak sarayda sadece yedi kişinin çalıştığı kaynaklarda belirtilmektedir. 19. yüzyılda ise bu sayı daha da azalmıştır.
Osmanlı sarayında altın, eşyalarda, genellikle saf olarak değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmıştır. Örneğin sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed'den sonra Balkanlardaki bazı altın ve gümüş madenlerinin, daha sonra da doğudaki gümüş madenlerinin Osmanlıların eline geçmesi, ayrıca İstanbul ve Trabzon gibi kuyumculuk merkezlerinin padişahların emrinde olması bu tür eşyaya olan ilgiyi bazen arttırdıysa da, bazı padişahlar çok sade yaşadıkları gibi mücevher, altın ve gümüş eşyaya iltifat da etmemişlerdir.
Osmanlı kuyumculuğu Kur'an kabı, kılıç, hançer, gürz, gaddare, tüfek, tesbih, bardak, matara, kâse, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna, tarak, askı, kamçı, sadak,

Kabe hediyeleri, taht, beşik, örtü, kaftan, at koşu takımı gibi küçük ve büyük boyutlu eşyalar, yani dekoratif eşya ve kullanıma yönelik eşyalardan başka sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, zihgir, halhal, pazıbent, düğme, çaprast, zincir, saat, köstek, kemer, kemer tokası, muska ve hamaylı gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz takı çeşitleri olarak da oldukça güzel eserler ortaya koymuştur.
Kaşıkçı elması

Osmanlı kuyumculuğunun en güzel örnekleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergilenin zümrütlü hançer, Kaşıkçı elması, Kanuni Sultan Süleyman'a ait fildişi ayna, altın beşik ve bayram tahtı sayılabilir.
Zümrütlü hançer, Sultan I. Mahmud (1730-1754) tarafından İran hükümdarı Nadir Şah'a armağan edilmek üzere yaptırılmıştır. Kabzasının bir yüzünde bulunan etrafını elmasların çevirdiği iri üç zümrüt sebebiyle bu isimle anılmaktadır. Dünyanın en büyük ve en değerli 10 elması arasında yer alan Kaşıkçı elması 86 kratlık olup 1774'te Pigot adlı bir Fransız subayı tarafından Hindistan'ın Madras mihracesinden satın alınmış ve bu yüzden Pigot elması adıyla da tanınmıştır. Daha sonra da Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alınan bu elmas, onun ölümünden sonra Osmanlı hazinesinin malı olmuştur. Kaşıkçı elmasının Osmanlı kuyumculuğu açısından bizi ilgilendiren tarafı, uzmanların, etrafındaki pırlantaların sonradan konulduğu düşüncesinde olmaları, ya Tepe delenli Ali paşa ya da Sultan II. Mahmud tarafından dizdirilmiş olduğu kanısını taşımalarıdır. Kaşıkçı Elması'nı iki sıra çeviren 49 adet pırlanta, ona ayrı bir değer ve güzellik katmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'a ait ayna ise, daire biçimli olup fildişi arkalığının çevresinde sultana övgüler içeren bir yazı yer almaktadır.

Süslü beşik
Türk kuyumculuk ve kakmacılık sanatının en seçkin örneklerinden biri olan altın beşik, Kanuni Sultan Süleyman döneminde adı bilinmeyen bir Osmanlı şehzadesi için yaptırılmıştır. İskeleti ceviz ağacından olan bu beşiğin dış yüzeyi altın yaldızlı sıvama gümüş olup, üzeri elmas, yakut ve zümrütlerle donatılmıştır. Beşiğin iki topuzu, sapı ve bağırdak denilen kundakta kullanılan dokuz adet çubuk da aynı şekilde değerli taşlarla bezelidir. Osmanlı döneminde çoğu kez padişahın doğacak çocuğunun beşik ve örtüsü padişahın annesi tarafından hazırlanırdı. Beşiğin hazırlanması için hazine kethüdasına emir verilir, kethüda değerli taşlar ve sırmalarla süslü beşiği hazırlar, kendisi önde saray memurlarından bir alay arkada olmak üzere "Beşik Alayı" denilen bir törenle bu beşik Eski Saray'dan Yeni Saray'a götürülürdü. Ancak beşiğin bazen sadrâzamlarca da gönderildiği olmuştur. Topka Sarayı'ndaki bu beşiğin vaktiyle Osmanlı sarayında gelenekli bir tören olan "Beşik Alayı" ile saraya getirildiği ve saray hazinesinde korunduğu sanılmaktadır.

Bayram tahtı
Osmanlı saraylarında yapılan büyük törenlerden biri de dini bayramlarda padişahların saray ileri gelenleriyle bayramlaştığı muâyede (bayramlaşma) töreniydi. Fatih Kanunnâmesi'nde bu törenin nasıl yapılacağı belirtilmekte ve "Bayramlarda Meydan-ı Divan'a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur.." denilmektedir. Zamanla bazı değişikliklere uğrasa da bu törende genellikle bayramın birinci günü padişahlara ait bayram tahtı hazineden alınır, Bab'üs-saade önündeki saçaklı sofaya getirilir, yerlere serilen ipek halıların üzerine yerleştirilen bu tahta padişah oturur, bayram tebriklerini kabul eder, tören bitince alayla bayram namazına giderdi. Törenden sonra ise saray başhazinedarı bayram tahtını alarak hazineye koyardı. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Bayram tahtı da vaktiyle bu amaç için kullanılmıştır. Ceviz üzerine altın plakalarla kaplanmış, üzeri değerli taşlarla süslü olan bu taht, Osmanlı kuyumcularının kaplama ve mücevher kakma tekniklerini uyguladığı güzel bir örnektir. Bazı kaynaklarda Sultan III. Murad'a 1585 yılında Vezir İbrahim Paşa'nın al tından, üzeri değerli taşlarla süslü bir Bayram tahtı hediye ettiği belirtilmekle, araştırmacılar bu tahtın o taht olmadığını ileri sürmekte 1760 tarihli bir arşiv belgesinde hazine eşyaları arasında 953 adet zebercedle süslü, altın kaplama bir taht-ı hümayunun varlığının bahsedilmesinden yola çıkarak Hazine Dairesi'ndeki bu tahtı 18. yüzyıla tarihlemektedirler.
Yapıların kubbe ya da tavanın ortasından bir zincirle sarkan genellikle yuvarlak biçimli süs eşyaları olan askıların padişahlar için yapılanlarının en güzel örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunmaktadır. Bunlar padişahların oturdukları tahtın tavanında ya da tahtın bulunduğu salonun veya odanın tavanından aşağı bir zincirle asılırdı. Altından ve üzeri değerli taşlarla süslü bu askıların tabanları püskül şeklindedir.
Kaynak: Aygün Ülgen

News

Latest News
Pırlanta Sarrafı Mücevherat Grubu. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Top Ad 728x90

Video

Visitors

Bu Blogda Ara

Vertical2

Pırlanta Hakkında Herşey

script type="text/javascript"> //form tags to omit in NS6+: var omitformtags=["input", "textarea", "select"] omitformtags=omitformtags.join("|") function disableselect(e){ if (omitformtags.indexOf(e.target.tagName.toLowerCase())==-1) return false } function reEnable(){ return true } if (typeof document.onselectstart!="undefined") document.onselectstart=new Function ("return false") else{ document.onmousedown=disableselect document.onmouseup=reEnable }

Slider

Recent Post

Games

Popüler Yayınlar

Tweetler